6 Haziran 2009 Cumartesi

Thomas McCarthy


Sıradan hayatların olağan kesişmelerini konu alan kulak memesi kıvamındaki filmlerin yönetmenidir Thomas Mccarthy. En azından şimdilik (umarım şimdiliktir, daha da çoğalır bu sayı) çektiği iki filminden bu kanıya varabiliyoruz. Thomas Mccarthy aslında bir oyuncu. Daha önce iki george clooney filminde (syriana ve good night and good luck) izlemişim kendisini ama hiç dikkatimi çekmemiş. Demek ki dikkat çekici bir oyunculuğu yok ama izlediğim iki filminden yola çıkarak harika bir yönetmen olduğunu söyleyebilirim. İşlediği konular genellikle, özellikle 2000'li yıllardan sonra kendine geniş bir izleyici kitlesi edinen 'feel good' türüne örnek. Çok ağır konular işlenmez, herkesin her yerde başına gelebilecek olağan konular gayet tatlı bir dille anlatılır. Ne çözülmesi gereken bir düğüm, ne bir gizem ne de bir çatışma var... Thomas McCarthy bu tür filmlerin öncüsü olma yolunde ilerliyo sanırım. Çünkü 2003 yılında yaptığı bağımsız filmi The Station Agent'tan sonra bizlere tam da ikinci bir Liev Schreiber - Everything is Illuminated vakası yaşattığını düşünmeye başlamışken, The Visitor gibi harikulade bir film daha çekerek mutlu etti.
Thomas McCarthy, Ridley Scott gibi bir yönetmen değil. Bu konuda anlaşalım, birbirimizi kırmayalım. Ridley Scott gibi değil derken onun gibi pis! kaka! demek istemiyorum öyle diyorsam elimi eşek arısı soksun. Zira Ridley Scott en saygı duyduğum yönetmenlerden biridir. Ancak kendisi sanki Spielberg'le bir (aman efendim çok özür dileyerek söylüyorum ki) sidik yarışı içerisindedir. O yapımcılık yapıyosa ben de yaparım lan, o her türlü filmi çekiyorsa ben de çekerim lan!cılık'tır gidiyor kendisinde. Bugün Ridley Scott'ın çektiği filmlere bakarsak her türlü tarzda herkese hitap edecek filmler çektiğini görebiliriz. Alien ve Blade Runner'dan Thelma & Louise'e, 1492'den Matchstick Men'e kadar envai çeşit filmi vardır kendisinin. Her türlü filmi en iyi şekilde çekebilmek gibi özel bir yeteneği var Ridley Scott'ın. Ama Thomas McCarthy (kendimden de yola çıkarak söylüyorum) filmlerinin içine biraz da yaşanmışlıklar katmış sanki. Zira başka kimse yalnızlığı iki filminde anlattığı gibi 'güzel' anlatamazdı.
Ayrıca kendisi şu an Amerika'da gişeleri altüst eden Cannes film festivali'nin açılış filmi olan (ki eğer yamulmuyorsam cannes film festivali'nde daha önce hiçbir animasyon filmi açılış filmi olmamıştı. bu da cannes'ın bu animasyona ne gözle baktığını gösteriyor) iki yıldır merakla beklediğimiz Up!'ın hikayesinin sahibidir. Burdan da pek iyi bir yazar olduğu anlayabiliriz.
İki filmle, onlarca filmi olan birçok yönetmenden çok şey anlattı. Aynı Tarsem Singh gibi... Umarım bu tarzını devam ettirir ve bizi içten, samimi filmlerinden mahrum bırakmaz. Öptm tşk bye.

Hiç yorum yok: