27 Ocak 2010 Çarşamba

Micmacs à tire-larigot

Micmacs en sevdiğim 'masal anlatıcısı' Jean-Pierre Jeunet'nin yıllardır beklediğimiz yeni filmi. Harika fragmanından anladığımız kadarıyla film buram buram Jean-Pierre Jeunet kokuyor. Bu filmin Jeunet'nin 5 yıl aradan sonra çektiği ilk film olmasının dışında bir başka büyük önemi daha var. Önce Walt Disney'in bağımsız film şirketi olan Miramax'la, sonra Warner Bros'un bağımsız film şirketi olan Warner Independent Pictures'la çalışan ve son olarak bu filminde bağımsızlıktan çıkıp Warner Bros'la çalışan Jeunet tarz olarak bağımsız gibi gözükse de artık bağımsız değil ve bir şirkete bağlı. Umarım bu durum Jeunet'yi kısıtlamamıştır ki ben Jamel Debbouze'la yaşanan anlaşmazlığı bu duruma bağlıyorum. Dogma95 akımını başlatıp, sonra dayanamayıp sonuna kadar ihlal ederek kendi lafını, kendi akımını yiyen Lars von Trier gibi (her ne kadar iyi ki ihlal etmiş, böylesine güzel filmler yapmış desek de) Jean-Pierre Jeunet de amerikan yapım şirketlerinin maddi cazibelerine dayanamayıp çarka dahil olmaya başladı sanırım..

Filmin fragmanından anladığımız kadarıyla, özellikle Amelie'nin renklerine ve anlatım tarzına çok yakın. Jeunet'nin favori oyuncusu Dominique Pinon yönetmenin diğer 4 filminin 3'ünde (delicatessen, la cite des enfants perdus ve amelie) olduğu gibi bu filmde de var. Filmin senaryosu yine her zamanki gibi Jean-Pierre Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından yazılmış. Daha önce amelie ve un long dimanche de fiançailles'de birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel'in yerine ise bu filmde japon görüntü yönetmeni Tetsuo Nagata var. Daha önce birlikte çalıştığı, alışık olduğu isimlerle çalışmayı seven Jeunet bu filminde başrol olan Bazil rolu için daha önce Amelie'de birlikte çalıştığı Jamel Debbouze'yi düşünmüş fakat daha sonra anlaşamamışlar ve rol Fransa'nın bir başka ünlü komedyeni Dany Boon'a gitmiş. Filmin galası geçtiğimiz eylül ayında Toronto International Film Festival'da yapıldı ve kasım, aralık aylarnda Fransa ve Amerika'da vizyon girdi. Ülkemizde ise ne zaman vizyona gireceği hatta girip girmeyeceği bile henüz belli değil.. Şimdilik fragmanıyla yetiniyoruz. Siz de izleyiniz, siz de yetininiz, esen kalınız.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Lhasa de Sela

Pa'Llegar a tu Lado'da "önce kaybolmam, çok yol katetmem, yanmam lazımdı, yanına gelebilmek için" dedi.. Ve gitti... Çok yol katetti, yandı, kayboldu..

Sadece dinlediğim şarkılardan ve Youtube'taki canlı performanslarından tanıyorum onu. Başka bi şekilde de tanıyamazdım zaten. Yani hep bir aygıt aracı olmuş. Bi video kamera ya da ses kayıt cihazı.. İstediğim zaman videolarını izleyebilirim ya da şarkılarını dinleyebilirim.. Bunları yapmam için onun yaşaması gerekmez, biliyorum ama neden bilmiyorum sanki o bana çok yakınmış da artık uzaktaymış, yokmuş gibi geliyor. Halbuki hiç tanımadım ki onu, uzaktan bile görmedim hiç. Sesini de canlı canlı dinlemedim. Onu hep kolonlardan duydum. O beni hiç tanımadı ama ben onu 'kaybetmiş' gibi üzülüyorum. Onun gittiğine, bi daha hiç gelmeyecek olmasına çok üzülüyorum..

Hala onu dinliyorum. Biliyorum, dinlemem için yaşaması gerekmiyor. Bilmiyorum, ama garip bi şekilde ben onu özlüyorum... O güzel yüzünü, o güzel sesini, o güzel konuşmasını özlüyorum sanırım.. Hiç tanımadığım birini özlüyorum, gidişine üzülüyorum.

Umarım rahat uyursun, hakettiğin yere gidersin gibi saçmalıklara girmeyeceğim çünkü o yok oldu. O güzel ruhu da onunla birlikte yok oldu ama umarım kaybolunca gitmek istediği yerdedir şimdi..

21 Ocak 2010 Perşembe

The Hurt Locker ve Kathryn Bigelow


Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, kısırlığından dem vurduğum, eski ihtişamını, bereketini yavaş yavaş kaybettiğini düşündüğüm Amerikan sinemasının bu yıl izlediğim açık ara en iyi filmi The Hurt Locker. Açık ara olması da az önce bahsettiğim kısırlığın bir sonucu. Eskiden Forrest Gump'ın The Shawshank Redemption ve Pulp Fiction'dan oscarı kaptığına üzülürken, şimdi anca bir filmi açık ara favori gösterebiliyoruz. O da tabi ki The Hurt Locker.

The Hurt Locker sadece bu yıl değil genel olarak da izlediğim en iyi savaş filmlerinden biri diyebilirim. Ne duygu sömürüsü var, ne sıradan olmayan abartılı bir durum, ne 'heroic' bir kahraman (bi türlü ölemeyen bir karakterimiz mevcut tabi ama o da bilmiyor neden bi türlü ölmediğini) ne de taraflı bakış açısı var filmde. Çekim teknikleri, oyunculuğu, anlatımı, hızlı geçişleri ve konusu bir belgesel izliyormuş hissi veriyor. Ayrıca yardımcı olmak amacıyla filmde yer alan Guy Pearce, David Morse ve Ralph Fiennes gibi isimleri de ufak rollerde görüyoruz.

Açıkçası filmi izlemeden önce Bigelow'un övüldüğü kadar güzel bir film yapmış olabilmesine bir ihtimal vermemekle beraber (kadın olmasından dolayı değil, james cameron'ın eski eşi olduğundna dolayı. e körle yatan şaşı kalkar) en iyi yönetmen adaylıklarını da sırf ''kadın savaş filmi çekmiş bak görüyo musun'' denilerek verildiğini düşünüyordum. Kadınlar salak değil elbette. Savaş filmi de çekebilirler, romantik komedi de, bilim kurgu da, porno da... Ama izledikten sonra anladım ki gerçekten alakası yokmuş. Bu filmi bir erkek çekseydi de eminim aynı derecede beğenirdim.

Tüm eleştirmenler ve daha önce katıldığı festivallerde aldığı ödüller de benimle hemfikir olacak ki Bigelow'un önce golden globe'u sonra da oscar'ı alacağını söylüyordu ama golden globe'tan eli boş döndü ve en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerini eski kocası James Cameron'a kaptırdı, o da Cameron'ın ödülü aldıktan sonra onun hakkında söylediği övgü dolu sözleriyle yetinmek zorunda kaldı. Ben bu yıl Oscar'ın yine Oscar'lık yapıp, sırf beni yanıltmak, benim ödül almasını istediklerimi istememek gibi bir takıntısı olduğu için ödülü James Cameron'a vereceğini düşünüyorum. En iyi filmden umudum yok. Ödül Avatar'a gitmezse Inglorious Basterds'a gider. Inglorious Basterds alırsa üzülmem ama Avatar alırsa sanırım üzülürüm. The Hurt Locker ve Inglorious Basterds varken en iyi film ödülünü haketmiyor Avatar.

Umarım bu eski karı-koca mücadelesinden Bigelow galip çıkar, Oscar tarihinin ilk en iyi yönetmen ödülü alan kadın yönetmeni olur. Hayat da bayram olur.


9 Ocak 2010 Cumartesi

Damien Rİce - I Remember

Bilmemkaç yıldır her izleyişimde heyecanlanırım, ilk seferki gibi etkilenirim. Portishead'in Roseland, Metallica'nın S&M ve Damien Rice'ın nerde ne zaman nasıl olduğu konusunda en ufak bir fikrimin dahi olmadığı bu harika konseri... Üçü de seyircilerine en çok özendiğim, en çok bulunmak istediğim konserlerdir.. En bi etkileyicisi de I remember... Ayrıca Damien Rice'a her ne kadar büyük bir saygı duysam da Lisa Hannigan gibi bir büyücüyü bıraktığı için de ayrı bir kızgınım, onu da belirtmeden geçmeyeyim.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Chris Isaak


''Nobody loves no one...''

1 Ocak 2010 Cuma

Vavien ve pek çok şey

Türkiye'de hiç denenmemiş bir tarzı olan, tam olması gerektiği gibi bir kara komedi Vavien. Ailesinin elektrikçi dükkanında çalışırken öğrendiği fakat defalarca denemesine rağmen bir türlü yapamadığı vavien bir elektrik düzeneği. Hepimizin evinde olan çok basit bir düzenek. Elektriğin bir yerden açılıp diğer bir yerden kapatılmasını sağlayan bu düzenek Engin Günaydın'a göre bundan çok daha fazlasını anlatıyor ve hiç de basite indirgenmemesi gerekiyor. Engin Günaydın bu düzenekten yola çıkarak ve yılların birikimi sonucunda yazdığı senaryosunu Taylan biraderlerin ellerine teslim etmiş. Okul gibi gudik bir filmle büyük tepkimi çektikten sonra Küçük Kıyamet gibi harika bir filmle aklımı başımdan alan, bir öyle bir böyle giden, ne yapmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamadığım bu iki kardeş Vavien'le tekrar takdirimi kazandı ve artık Okul'u bu iki adama yakıştıramaz oldum. Özellikle Engin Günaydın'ın -her ne kadar sona doğru ciddi bir düşüş gösterse de- pek güzel senaryosu ve oyunculukların mükemmelliği de yardımına koşmuş biraderlerin ve ortaya harika bir film ortaya çıkmış.

Bu adamların çektikleri filmlere baktığımızda söylediğim gibi beğeni sıram eskiden yeniye doğru yükseliyor. Okul>>>Küçük Kıyamet>>>Vavien. Bu üç filmden en çok izleneni (ve şahsi kanaatimce en kötüsü) Okul. 800 küsür bin kişi tarafından izlenmiş. Sonra Küçük Kıyamet yaklaşık 400.000 kişi tarafından izlenmiş. Sonraki film Vavien ise beklentilerin çok altında kalarak ilk hafta sadece 30.000 kişi tarafından izlenmiş ve iki haftada 80 küsür bin kişi tarafından izlenmiş. Okul'a yetişmesi gibi bir ihtimal zaten sözkonusu değil ama böyle giderse Küçük Kıyamet'e yetişmesi de çok zor gözüküyor.. Konuyu 'Recep İvedik de 4 milyon kişi tarafından izlendi'ye getirmek istemiyorum. Ama neden Vavien, Kıskanmak, Pandora'nın Kutusu, İki Dil Bir Bavul, Üç Maymun gibi filmler de en azından bi 100.000'i aşamıyor. Neden Amerika'da The Hangover hasılatını 3'e katlıyor ama bir yandan da Little Miss Sunshine gibi bağımsız bir film de The Hangover gibi hasılatını bilmemkaça katlayabiliyor. Neden Türkiye'de o da o da izlenmiyor? Sorun bilet fiyatları mı? E neden Recep İvedik'e giderken para bulunuyor da Kıskanmak gibi bir filme bulunmuyor?

Bu soruların cevabını Taylan Biraderlerin Çarşamba günü Bahçeşehir Üniversitesi'ndeki söyleşilerinde buldum sanırım. Filmi geçen hafta izledim ve Bahçeşehir Üniversitesi'nde okuyan bir arkadaşımın sayesinde Taylan Biraderler ve Engin Günaydın'ın Vavien hakkında bir söyleşi yapacaklarını duydum. Çarşamba günü koşa koşa gittim söyleşiye. Söyleşiye katılım düşüktü, salon oldukça küçük olmasına rağmen boşluklar vardı. Taylan Biraderler ve Engin Günaydın sık sık filmin izleyici sayısının beklentilerinin altında olduğundan, Türkiye'de iyi filmlere seyircinin ilgi göstermediğinden, Vavien'i sırf para kazanmak için çok farklı bir film haline getirebilecekken getirmediklerinden bahsettiler. Bunların üzerine Bahçeşehir Üniversitesi öğrencilerinden şöyle sorular geldi:

-madem bu filmi para kazanmak için yapmadınız, o zaman niye yapıyosunuz?
-devamlı iyi filmlere az seyircinin gittiğinden şikayet ediyorsunuz. hiç kendi filminizin ve iyi olduğunu söylediğiniz filmlerin kötü olduğunu, kendinizi nasıl düzeltebileceğinizi düşündünüz mü?
-ben 'burhan altıntop tokat'ta' diye bi film yapsaydınız daha mutlu olurdum. neden öyle bi film yapmadınız ki? ehemehe.

Burda amacım 'Bahçeşehir Üniversitesi öğrencileri de böyleler işte' demek değil tabi ki. Zira ben de Kadir Has Üniversitesi'nde okuyorum ve 'Vakıf üniversitesi öğrencisi değil mi işte? Hepsi aynı. Bi boktan anlamayan, ot gibi insanlar' yakıştırmaları yapan bireylerden ben de zerre hazetmiyorum. Olay burda söyleşinin Bahçeşehir Üniversitesi'nde olmuş olması değil, bu soruların genel sinema seyirci profilini yansıttığıdır. Sanırım Türkiye'de emek harcanarak, beyin patlatılarak, 'düşünülerek', farklıyı arayarak çekilen filmler bu tarz sorular soran Türk izleyicisi yüzünden izlenmemeye mahkum..

Bu blogu 3-5 kişinin okuduğunu biliyorum. Gerçi pek de umrumda değil kaç kişinin okuduğu ama pek 'bir rica edilecek yer' olmadığını biliyorum açıkçası. Ama ben yine de rica ediyorum lütfen bu ve bunun gibi filmlere gidin, görün. En azından etrafta hakkında olumlu eleştiriler okuduklarınız, duyduklarınızı görün. Görün ki bu adamlar bizlere ya da yapımcılar bu adamlara küsmesin, en kısa zamanda daha güzel şeyler ortaya çıkarabilsinler.