24 Aralık 2009 Perşembe

Avatar


James Cameron bir deli mi yoksa bir ilah mı? Hangisi olduğuna bir türlü karar veremedim ama bir senaryo yazma özürlü olduğu apaçık ortada... Piranha'dan beri (bi kısmını kendi yarattığı) klişelerden kurtulamadı. Filmde klişelerden dolayı her ne kadar bi çok kez öffleyip püflesem de, büyük bi kısmını da 'vaoov' nidaları eşliğinde güçlü görselden dolayı parıl parıl olmuş, şaşı gözlerle izledim ve bayıldım.

Şimdilerde nasıl bizlere lumiereleri, meliesleri, eisensteinları, kuleshovları anlatıyorlarsa sanırım ilerde james cameron'ı özellikle bu filminden yola çıkarak anlatacaklar. Saydığım isimler nasıl sinema tarihinde devrimler yaptı, yaptıklarıyla sinema tarihine damga vurduysa Cameron'ın Avatar'ı da öyle büyük bir devri başlatacak sanırım. Bu film bize bu günlerde her ne kadar cgi'ın geldiği son nokta gibi gelse de aslında bi başlangıç, uyuyan devin uyanışıdır. Evet lotr da büyük etkendir cgi'ın gelişiminde (hatta james cameron da gollum'u gördükten sonra 6 yıldır aklında olan avatar'ı çekme kararı vermiş) ama 3d olması, çok fazla gerçek oyuncuyla çalışılmış olması (yamulmuyorsam lotr'da bi tek gollum gerçekti) ve lotr'a göre çok büyük kısmının (%60) cgi olması dolayısıyla lotr'dan bi kaç adım ötede Avatar.

Avatar cgi denen olayın habercisi ve miladırır gözümde. Onun dışında ise film hakkında söylenecek en önemli şey sonsuz bir hayal gücüyle yepyeni bir gezegen yaratıldığıdır (her ne kadar na'viler afrika kabilelerine benzese, konu da amerikalıların kızılderililerin dünyasını işgal etme hikayesine benzese de). En kısa zamanda bu mükemmel tecrübeyi edininiz.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Mark Renton (a.k.a. Rent-Boy)


''We would have injected vitamin C if only they had made it illegal!''


4 Aralık 2009 Cuma

Trembling Blue Stars - Idyllwild

Son zamanlarda dinlediğim en samimi, en güzel şarkı bu. Tek bi şarkıda bu kadar çok mükemmelliğin bir arada olduğunu görmeyeli uzun zaman olmuştu.. Vokalin güzelliği, samimiliği, müziğin vokalle uyumu ve o sözleri.. Geride kalan kısacık hayatı olabilecek en güzel şekilde, tüm içtenliğiyle anlatıyo. Geriye baktırıp üzmüyo, yüzde hüzünlü bi gülümseme bırakıyo.. Bununla yatıp, bununla kalkıyorum. Bilmemkaç yıl sonra da bu şarkıyı dinledikten sonra bu zamanlarımı da özleyip yüzümde hüzünlü bi gülümseme olmasını istiyorum.

Lütfen ısrarla edinin, dinleyin.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Serge Gainsbourg (Vie Héroïque )

Hayatına en çok ilgi duyduğum adamlardan biridir Serge Gainsbourg. Aykırı hayatı ve tavırları onu hep uç noktalarda yaşatsa da olağanüstü yeteneğinden dolayı hiçbi zaman toplum tarafından reddedilemedi. Hayatına böylesine ilgi duyduğum bu adamın hayatının filme çekilmiş ve gelecek yıl vizyona girecek olduğunu öğrendiğimden beri yüzümde amaçsız bi gülümseme var, şimdiden çok heyecanlıyım, çok mutluyum. Hele ki trailerını izledikten sonra 2:30 dakika sonunda ağzımın sularının bolca aktığını farkettim. Neyse efendim daha fazla zırvalamıyım ve sizleri birkaç yıl önce itu sözlük'te serge gainsbourg başlığına yazdığım biyografi tadındaki entryle ve daha şimdiden harika olacağını bildiğim o muhteşem filmin trailerıyla başbaşba bırakıyım.. Bu arada Jane Birkin'i canlandıran Lucy Gordon'ın film post-production aşamasındayken hayatını kaybettiğini de belirtelim. Rip.

Serge Gainsbourg, 2 nisan 1928 paris doğumlu müzisyen, besteci, aktör, ressam, sanatla ilgili herbi şey, bildiğin sanatçıdır.. Biri besteci, bir diğeri ise katılımcı kimliğiyle olmak üzere iki kez eurovision tecrübesi olmuş fakat ikisinde de ülkesi Fransa’yı değil Luksemburg ve Monaco’yu temsil etmiştir.

Eurovision sayesinde adını duyurmayı başardıktan sonra onu iyiden iyiye meşhur eden je t’aime moi non plus adlı şarkısını çıkardı. Daha sonra brigitte bardot ile bir birliktelik yaşadı. Orgazm seslerinin olduğu bu şarkı Drigitte Bardot ile kaydedilmiş ancak brigitte bardot Serge Gainsbourg’dan ayrıldıktan sonra bu şarkının kendi orgazm sesleriyle yayınlanmasını istememiştir. Bunu üzerine Serge de sanki ’aha ben de yeni sevgilimin orgazm sesleriyle yaparım ulan bu şarkıyı’ dercesine bu şarkıyı Bardot’dan katbekat güzel olan, dünyalar güzeli taptığım kadın Jane Birkin ’le kaydetmiştir. Evet burdan da anlaşılacağı üzere Jane Birkin’in ilk müzik tecrübesi orgazm sesleriyle olmuştur. İyi ki de olmuştur orası doğru tabi ama ilginç bir başlangıç olmuş doğrusu..

Neyse efendim Serge’nin bu şarkısından sonra Vatikan bu şarkının yasaklanmasını istemiştir. Birçok ülkede radyoda bile çalınması yasaklanmıştır. Bu yıllardan sonra kariyerine Jane Birkin’le devam etmiştir. 1971 yılında kendisiyle bir de konsept albumu çıkarmıştır. Sonra 1975 yılında nazileri eleştirdiği şarkılardan oluşan bir album çıkarmıştır. Bu album yine çokça tepki toplasa da ilgi gösterenler ve beğenenler de oldukça fazla olmuştur.. Bu çılgın adam bununla da kalmamış, 1978 yılında fransa ulusal marşını raggae tarzında yorumlamış ve işi iyice çığrından çıkarttığını düşünen bazı kimseler tarafından ölümle tehdit edilmiştir.. Yani kısacası bu yıllarda eşşeeen şeyine suyu kaçırmıştır.. Vukuatları bununla da bitmemiş o yıllarda fransa’nın en ünlü talk-showuna sarhoş sarhoş çıkış üstüne bi de Whitney Houston’a küfürlü bi şekilde iltifat etmiştir.

Bunca vukuatı olmasına, bilmemkaç kez ölüm tehdidi almasına, fransız vatandaşlığından atılma raddesine gelmiş olmasına ve bütün fransa tarafından nefret edildiği sanılmasına rağmen 2 mart 1992 günü öldükten sonra, o dönemin cumhurbaşkanı François Mitterrand cenaze töreninde konuşma yapmış, ölümünden ne kadar büyük üzüntü duyduğunu belirtmiştir.. Bütün Fransa, o giderken ayakta alkışlamıştır..

Hayatını hep kalburüstü, cesurca, bildiği gibi yaşamış ve jazz, rock, pop, raggae, hip-hop ve daha birçok tarzda şarkılar yapmış, söylemiş, söyletmiştir.. Birçok tarza öncü, birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Benim gözümde tam bir sanatçıdır bu çirkin adam. Ama herkes bi şey için kızıyo ya ona ben de Jane birkin gibi bir güzelliği ve yeteneği oyuncağı gibi kullanıp harcadığı için kendisine pek bir kızıyorum.. Ama sonra şarkılarını dinliyorum, bütün sinirim geçiyo..

Yattığı yerde iyi uyusun, rahat uyusun..
amin. Rip.


Teaser: Gainsbourg (Vie Heroique) Bande Annonce - Click here for more free videos

10 Kasım 2009 Salı

(500) Days of 'Summer'

Bir aşk filmi mi yoksa bir erkeğin bir kızla tanışma hikayesi mi? Aşk filmi olmadığı kesin ama erkeğin bir kızla tanışma hikayesi de biraz hafif bi tanımlama olur sanırım. Bildiğim tek bi şey var o da Summer karakterinin (zooey deschanel gibi bir güzellik sayesinde, ay lav zooey deschanel) bugüne kadar yaratılan en orijinal karakterlerden biri olduğu. Ne bundan önce yapılmış romantik komedi filmlerindeki karakterlere benziyo ne de başka filmlerdeki karakterlere. Belki kolay, karşımıza çıkabilecek hatta çıkmış bi karakter ama sinema için kesinlikle çok orijinal. Filmin yönetmeni Marc Webb karakterin iç dünyasına pek girmeyerek hem Tom'u daha önplana çıkarıp filmi aşk filmi yakıştırmasından kurtarmak, hem de Summer'ı anlaşılamaz, çözülemez, mistik kılmaya çalışmış. İşte bu nerdeyse hepimizin en az bi kere karşılaştığı, bizleri kahreden pis karakter pek güzel işlenmiş filmde. Kendimizi Tom'un yerine koyuyoruz. Biz Tom'uz ve Summer'ın duygularını, düşüncelerini hiçbir zaman anlamıyoruz. Bize neden hem yakın hem de uzak? Mutluyken, her şey yolundayken neden gülüşündeki sıcaklığı hissedemiyoruz, onun da mutlu olduğunu anlamıyoruz? Mutluysa neden kendini çekiyo? Sinemada neden ağladı? Neden elini tutmak istediğinde elini çekti sonra öpüp evine gitti? Biz de bilmiyoruz... Aynı gerçekte olduğu gibi. Her şey belirsiz. Bütün bunlar sayesinde Summer orijinal bir karakter, film de oldukça samimi bizi bize anlatan bi film oluyo. Summer güzel bir karakter... Hatta romantik-komedi filmlerinde çığır açabilecek bir karakter Summer. Umarım açar da bize 20 yıldır aynı şeyleri izleten klasik romantik-komedi filmlerinde yeni bi şeyler görmeye başlarız. Ayrıca Tom'un love will tear us apart tişörtünü çok kıskandığımı belirtmek isterim hatta şu an hala kıskanıyorum. Çok güzel bi tişört lan..
He bi de:
PENIS!!!

8 Kasım 2009 Pazar

En iyi 5 - Gelecek vaat eden aktrisler

Neden insanlar dünyanın en iyi aktörü kim sorusunun cevabını ararken robert de niro, al pacino, jack nicholson, dustin hoffman, sean penn ve daha nice birbirinden kült oyuncu arasından karar veremezken kadın oyuncusu kim diyince direk 'eeöö.. meryl streep!' der? Hollywood -her fırsatta söylemekten sıkıldığım- bir bağyan oyuncu sıkıntısı yaşıyor. Yani aktörlerde olan tahttan indirme durumu kadın oyuncularda yok. Zira tahtta ya da tahtlarda oturan doğru düzgün kadın oyuncu sayısı çok az. Bu durumu kökten çözebilecek, hollywood'un bel bağladığı en önemli 5 30 yaşaltı aktrisin şöyle olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyorum efendim (yine gıcıklık yapıp 1 numaradan başlıyorum tabi ki):

1- Natalie Portman:
İstisnasız her filminde beni şaşı yapmayı başarmış ender oyunculardan biri bu bayan. Daha 13 yaşındayken belliydi bunun böyle olacağı gibi bir klişeye sığınmayacağım zira en iyi performansını leon'da değil de garden state'te sergilediğini düşünüyorum. Henüz 13 yaşında oldukça büyük bir çıkış yakaladıktan sonra Heat gibi bir filmde yer almış olması onu daha da yükseltti ve kariyerini oldukça akıllıca yönlendirdikten sonra hollywood'un en önemli aktrislerinden biri oldu. Eminim ki rol seçiyor ve saçma sapan rol tekliflerini reddediyor aman ne de güzel yapıyor. Her türlü rolde başarılı olabileceğini göstermeye çalışsa ve bunu başarsa da ben kendisine bir türlü vamp kadın, femme fatale rollerini yakıştıramıyorum onu da belirtmeden geçemeyeceğim. Ayrıca, dünyanın en güzel kadını olmasının birinciliğinde pay sahibi olduğunu da nerden çıkardınız?

2- Zooey Deschanel
Şu 1'le 2'yi seçerken neler çektim bir bilseniz.. Ama sanırım yılların hatrıyla natalie portman 1 adım önce geçti ama aralarında pek fark olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Efendim bu Zooey Deschanel kişisi tam bir 10 parmağında 10 marifet insanıdır. O ne harikulade oyunculuk, o ne güzel ses, o ne doğallık, o ne güzelliktir öyle aman tanrım (bunları sayarken torununa karşı komşunun kızı Gülten'i ayarlamaya çalışan bir anane kıvamındaydım. evet). Kendisini almost famous'la tanıdıktan sonra büyük bir salya akıntısıyla aynı güzellikte bir filmde bekledim ve sağolsun beni kırmadı, 3 yıl sonra all the real girls'te aynı güzellikte karşıma çıkarak beni pek mutlu etti. Çoktan benim gözümde en tepelere oturmuştu zaten. Hala da öyle. Umarım gelecekte sinema dünyasının en tepesine oturur..

3- Abbie Cornish
İtiraf ediyorum. Bu bayanı bir tek Candy'de doğru düzgün izleme şansına eriştim. Evet bu benim için bi şanstı çünkü iki kişiye odaklanan Candy tarzındaki filmlerde bugüne kadar izlediğim en iyi performanslardan birini izletti bana (hatta belki de en iyisiydi). Ayrıca, şu an gözümde dünyanın en iyi kadın oyuncusu olan Nicole Kidman'ın vatandaşı olması sebebiyle de çok şeyler bekliyorum kendisinden. 2000'li yıllarda yavaş yavaş düşüşe geçen Nicole Kidman'ı tahtından ederse hiç şaşırmayın.

4- bryce dllas howard
The Village'taki harika performansıyla dikkat çektikten sonra Manderlay ve Lady in the Water'la yaptığı hat trickle bizi ümitlendirdi fakat daha sonra düşüşe geçti. Spider-man ona pek yaramadı sanırım. Şimdi de 2011'de vizyona girecek olan twilight saçmalığının 3. filminde yer alacağı söyleniyor. Yeteneğini ve güzelliğini saçma filmlerle harcamaya kararlı olduğu için kızamıyorum kendisine zira hem kendisi hem de oyunculuğu pek güzel..

5- Dakota Fanning
Evvet! Herkesin beklediği oluyor ve sonunda küçük kızımız büyüyor.. Sanırım Dakota Fanning dışında hiçbir çocuk oyuncuyu bu listeye koymaya cesaret edemezdim, çocuk rolleriyle yetişkin rolleri arasında büyük farklar var ve çocuk oyuncular büyüdükleri zaman bazen büyük hayal kırıklığı yaratabiliyorlar ama tersi de olmuyor değil ve sözkonusu bu kız olunca işler değişiyor. Beni bugüne kadar en çok etkileyen çocuk oyuncu performanslarına imza attı bu kız ve push'la igili yazıda da belirttiğim gibi küçük yaşta önemli oyuncularla, büyük yapımlarda yer almış olması ona yaramış ve kendini oldukça geliştirmiş. Yapımcılar da pek bir seviyo onu. O da twilight'ın gişe başarısı karşısında hipnoz olup rol teklifini kabul etmiş ama o daha küçük hangi filmde oynasa yarar ona. Umarım ilerde küçüklüğündeki gibi performanslar izletir de bizleri yine etkilemeyi başarır.

25 Ekim 2009 Pazar

46. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve biraz da Türk sineması

Altın portakal film festivali Türkiye'nin en önemli film festivalidir. Afedersiniz ama bok öyledir. Hiç de öyle değildir. Gittim, gördüm ve hemen İstanbul'a dönmek için can attım. İstanbul film festivali'ni özledim de özledim. Noldu? Neden bu kadar sinirlendin? Anlat bize, dök içini dediğini duyar gibiyim benim pek sevgili ve anlayışlı okurum. Anlatayım. Efendim öncelikle festivalde beni en çok sinirlendiren juriden dem vurmak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi bu yıl Erden Kıral'ın başkan olduğu juride Ömür Gedik, Mustafa Altıoklar, Mustafa Ziya Ülkenciler, İzzet Günay, Nurgül Yeşilçay, Sırrı Süreyya Önder, Yavuz Bingöl ve Zeynep Oral vardı. Sanırım juri hakkında pek bir şey söylememe gerek yok her şey ortada ama ben Ömür Gedik'e yüklenmek, yüklendikçe yüklenmek sonra bir daha yüklenmek istiyorum. Jurinin gudikliğine, altın portakal organizatorlerine olan hıncımı Ömür Gedik'ten çıkarmak istiyorum. 'Aman Can'cım ne yaptı kızcağız sana? Ne bu sinirin?' demeyin. Hakediyor. Bu bayanın yazılarını okuyanlar pek iyi bilirler ki bu kadın ortalamanın da altında bir sinema eleştirmeni bırakın sinema eleştirmenini ortalamanın da altında bir sinema izleyicisidir. Yazılarında ''ay ben bu filmi çok beğendim, ay ben şu filmi hiç beğenmedim, şöyle yaptım böyle oldu, hababam sınıfı da çok güzeldi, geçen gün de kendime louis vitton'dan çok güzel bi çanta aldım''dan öteye gidemeyen oldukça yetersiz bir yazardır kendisi. Okuyanı, seveni, sinemadan anladığını düşünen vardır, ses etmem. Ama bu kadını alıp ''Türkiye'nin (güya) en önemli film festivali''nde ulusal uzun metrajda jüri üyesi yapmak ne büyük terbiyesizliktir. Hadi tamam anladık gökten zembille iner gibi, torpille okuduğumuz gazetelere, televizyon kanallarına girebilmiş bu kadın. Ama festivale de girmesin, giremesin. E girdi malesef.. 3-4 tane filmde hep aynı adamı oynayan oyunculuk hakkında zerre bilgisi olmayan Yavuz Bingöl'ün, hala İstanbul Kanatlarımın Altında ve Ağır Roman'ın ekmeğini yiyen 2000'li yıllarla Emret Komutanım'a kadar düşen ve ondan başka bi şey yapamayan Mustafa Altıoklar'ın, sinemayla ne gibi bir alakası olduğunu anlayamadığım yazar Zeynep Oral'ın olduğu bir jüride yer aldı kendisi. Ve bu jüri belki de festivalin en kötü filmine (kime göre? bana göre.) en iyi film ödülünü vermekle kalmadı 3 ödül daha verdi.

Bornova Bornova kötü bir filmdi çünkü kötü çekilmişti. Her ne kadar belki de bugüne kadar hiç eğilinmemiş bir konuya eğilse de senaryo kötü işlenmiş, arabeske kaçmış, üstüne bir de kötü bir kurgu ve sinematografi eklenince ortaya kötü bir film çıkmış. Ama gelin görün ki saygıdeğer jürimiz, bunların hepsini görmezden gelip ve muhtemelen kendi aralarında ''aa bornova bornova çok güzeldi valla. en iyi filmi ona verelim. kurgu mu? kurgu ne lan? ver onu da bornova bornova'ya diyerek onu da bornova bornova'ya verdi gitti.'' Damla Sönmez başka doğru düzgün yardımcı kadın oyuncu olmadığı, tek olduğu için ödülü aldı. Öner Erkan ise her ne kadar oldukça beğendiğim bir oyuncu olmasına rağmen ödülü haketmedi. Sermet Yeşil'in Kosmos'taki oyunculuğunun adı bile geçmedi.

Öte yandan mutluyum. Hatta oldukça mutluyum. Türk sinemasından hep uzak durdum, kendini soyutladım resmen. Fakat ulusal uzun metrajda yarışan 16 film bana gösterdi ki Türk sinemasında inanılmaz bir sıçrama ve gelişme var. Her şeyden önce Türk sinemasının bana göre geçmiş yıllardaki en büyük eksiği olan, hep geride kalmasının en önemli nedeni olan yönetmenlerin yönetmen olduklarını anlamamaları ve farklıyı aramamaları gibi sorunlar ortadan kalkmış. Farklı yönetmenler, farklı zekalarını filmlerinde apaçık bir şekilde ortaya koyar olmuş. Bir şeyler düşünülüyor. Son söz yönetmende bitiyor. Bu iyi bir şey. Ben de eğer böyle devam ederse Türk sinemasının bir 10 yıl içerisinde çok güzel yerlerde olacağını düşünenlerdenim sanırım.

Her filminde yepyeni şeyler deneyen apayrı bir adam Reha Erdem bu 'yeni'cilerin belki de en önemlisi. Zeki Demirkubuz tekdüzeliğini Kıskanmak gibi nefis bir filmle bozmuş. Onur Ünlü şu anda gözümde 'en fantastik' Türk yönetmendir. Seyirciyi hiç umursamamasına, kurgu hilelerine, filmlerindeki şairane ama arabeske kaçmayan havaya ve en önemlisi deliliğine hayranım. Yine güzel ve farklı bir şeyler yapmaya çalışan, Ümit ünal ve onların arkasından gelen diğer genç yönetmenler... Belki de onlar beni en çok mutlu edenlerdi. Özellikle 40'la büyük beğenimi toplayan ilk filminden tarzını ortaya koyan pek büyük gelecek vaat eden Emre Şahin, Kara Köpekler Havlarken'le Mehmet Bahadır Er, her gün İstiklal Caddesi'nde yürürken afişinin önünden onlarca kez geçtiğim bir kere bile girip izlemeyi aklıma getirmediğim için beni utandıran yerin dibine sokan, izlediğim en samimi en güzel Türk filmlerinden biri olan Usta'yla Bahadır Karataş çok güzel işler yapacak gibi gözüküyor. Umarım yapımcılar yönetmenleri daha da özgür bırakır biz de hoplaya zıplaya çıkarız izlediğimiz Türk filmlerinden.

8 Ekim 2009 Perşembe

Star tv Pazar Gecesi Sİneması ya da yeni adıyla Star Sinema Kulübü)


Geçen gün televizyonda bir anda all my life'ı duyunca televizyona yöneldim. Star tv açıktı ve 'yeni' parliamentsiz star sinema gecesi reklamı vardı. Star tv o sinema gecesinin insanların anılarında ne denli büyük bir etki bıraktığını anlamış olacak ki tamamen mekanikleşen yeni nesil için de aynı şeyleri düşünüyo sanırım. 'Artık büyüdük bizden geçti bizim zamanımızda öyle miydi pehheey' demem, diyeni de sevmem. Bunu da oraya getirmek için yazmıyorum. Sadece anılarımda büyük yer eden 30 saniyelik bir şeyden bahsediyorum. O yaklaşık 30 saniyelik şey benim için o kadar önemliymiş ki farketmemişim. Tüylerimi bi anda diken diken etti ve küçüklüğümün pazar akşamlarına götürdü. Bi yanımda hadi yatağa diye baskı yapan annem ve babam bi yanda da benden 7 yaş büyük olan ve bana kıyasla daha özgür olan ve bu sebepten dolayı ölümüne kıskandığım ablam bi yanda da belki bana sinemayı sevdiren (yasağın cazip olmasından dolayıdır belki de) parliament cinema club. Bütün filmleri her an içeriye gidicekmiş gibi heyecanla izlerdim çünkü ailemin bana sunduğu iki seçenek vardı ya doğru banyoya sonra yatağa gidecektim banyo yaptıysam da doğru yatağa gidecektim. Ben de cinema club'a kadar oyalanır, banyo yapmaz, cinema club başladığında ise yatmamı söyleyen annemlere 'yaa daha banyo yapmadım banyo yapıcam diyip' oyalanırdım. Çoğu filmin sonunu getiremedim. Yatağa girmek zorunda olduğumdan bütün filmlerin sonlarını yattıktan sonra düşünürdüm ve 'bence şöyle olucak' derdim. Sonunu ablama sormak için ertesi günün akşamını iple çekerdim. Filmlerin sonları hiçbi zaman düşündüğüm gibi bitmedi belki de ama ben bundan dayanılmaz bir haz alırdım. Belki de ablam olmasa ve o kanalı açıp o filmleri izlemese ben banyomu yatıp yatağa girecektim. Annem babam olmasa o filmlerin sonlarını izleyecektim belki bugün sinema hakkında bir kaç bi şey karalayamayacaktım.

Çoğu yerde, sözlükte, blogta buna benzer yazılar görebilirsiniz. Hepimizin çocukluğunda televizyonun büyük etkisi var ve ben bu durumdan zerre şikayetçi değilim. Zira televizyonun bir çocuğun hayal gücüne yapabileceği katkının bilgisayarın yanına yaklaşamayacağı kadar yüksek olduğunu düşünüyorum. En azından 90'lı yıllardaki televizyon öyleydi...

Not: Bu yazıyı yazarken annem ve babam benden yaklaşık 800 kilometre uzakta. Ablam ise kendi evinde eşiyle birlikte, uzakta ve hayır ben bu yazıyı keşke şimdi burda olsalar da annem babam bana hadi banyo yapıp yatağa dese, ablam da doyasıya geç saatlere kadar oturabilse şeklinde bitirip duygu sömürüsü yapmayacağım. Ya da yapsam mı ki?

Fotoğrafta da görüldüğü üzre ablam televizyona daha yakın. Ben ise sanırım yeni bir plan yapmışım ve ailemi atlatabileceğimi sanıyorum ve seviniyorum. Ablamın ise tuzu kuru zaten.. Gerçi olaylar bu evde vuku bulmuyodu burası ananemin eviydi ama olsun. Temsili oldu.

22 Eylül 2009 Salı

Great Expectations - Kissing in the Rain

Koskoca bir 2 saatin en güzel 2-3 dakikası. Müziğin klişe bir sahneyi bile nasıl güzelleştirebileceğinin en güzel kanıtı...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Baruter

Şu aralar kenan yarar'la birlikte penguen'i alma sebebimdir kendisi. Ama sanırım Kenan Yarar'ın ürünlerine, baruter'e ise saygımdan ve sevgimden dolayı alıyorum artık penguen'i. Çocukluğumdan beri aldığım penguen artık bana eskisi kadar zevk vermiyor. ama alıyorum. Penguen'deki Lombak köşesi bana keyif vermese de, baruter o köşeden çok daha fazlası, biliyorum. Yani çok fazla bi şey okuduğumdan, eski tadını hala aldığımdan dolayı almıyorum Penguen'i. Yiğit Özgür, Umut Sarıkaya, Ersin Karabulut ve daha nicelerinden yoksun bir Penguen'i hala aldırtabiliyo bu adam bana.

Tam bir sanatçı... Çocukluğumdan beri düpedüz hayranım kendisine. Fikirlerine, beynine, ruhaltına hayranım. Çocukluğumdan beri 'Nasıl bir beyni, eli, yeteneği, ruhaltı vardır ki böyle güzel şeyler verebiliyo bizlere?' diye sorar dururum.. Cevap bulamam. Tek bildiğim bu köfte dudaklı adam Penguen'ini tüm yaprak dökümlerine rağmen ayakta tutacaktır.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Push

Öncelikle, Push bir Heroes taklidi değildir. Hem, taklit denmez. Ayıp. Bu konuda anlaşalım. Her ne kadar ben de filmin konusunu okuduğumda 'heroes lan bu' dediysem de izleyince anladım ki öyle değilmiş ama benzediği doğru tabi.. Film her ne kadar Paul McGuigan'ın tarzı dışında olsa da özgün bir yönetmen olduğu için filmi ne yapıp edip kendi tarzıyla çekebilmiş. Açıkçası filmin konusunu okuduğumda daha önceki filmlerinden yola çıkarak 'olmaz bu' demiştim. Renkleri, kurgusu, müzikleri, anlatım örgüsü ve her zamanki gibi şaşırtıcı, vurucu sonla (evet. bu filmde bile yapabilmiş onu) buram buram Mcguigan kokan bir film olmuş. Ama filme tarzını o kadar yansıtmış ki filmin bir aksiyon filmi olduğunu unutmuş. Zira filmde nerdeyse 1 dövüş sahnesi dışında hiç aksiyon yok. E sen tabi Wicker Park gibi bir filmin yönetmenine böyle film çektirirsen olacağı budur.

Filmin yapımcıları cast'i seçerken de ne kadar fantastik insanlar olduklarını gözümüze gözümüze sokmuşlar. Zira castte chris evans, djimon hounsou, dakota fanning gibi birbirinden alakasız bir üçlü gördüğümde çok şaşırmıştım. Filmi izlerken de şaşkınlığını korudum. Chris Evans role oturmuş. Her ne kadar Mcguigan'ın bu rol için ilk başta favori adamı Josh Hartnett'ı düşündüğünü fakat anlaşamayıp ikinci tercihi olduğunu düşünsem de rolun altından kalkmış ve emini Mcguigan'ı mutlu etmiştir. Evans şu aralar rol seçmemeli, önüne gelen her rolu kabul etmeli ki çıkışını sürdürsün ki öyle olacak gibi görünüyor. Sıradan bir oyuncu, her role oturtulur ama vücudu ve her yere atlayıp zıplamaktan çekinmemesinden dolayı yapımcılar çizgi roman uyarlamalarında ya da Push gibi fantastik aksiyon filmlerinde kapısını çalacaktır. Dakota Fanning hala büyümemiş. Ya da bana öyle geliyo, büyümesin istiyoruım. Büyümesin. Telli dişlerine alışamadım. Ne de şirin konuşurdu eskiden. Konuşmasını bozmuş. Küçük yaşta Robert De Niro, Sean Penn, Tom Cruise, Kevin Bacon gibi oyuncularla oynamış olması ona yaramış sanki.. Kaybolup giden çocuk oyuncular kervanına katılmayacak gibi gözüküyor. Yapımcılar pek bi seviyo onu. Djimon Hounsou'yu ilk kez Blood Diomand'da etraflıca izleme fırsatı bulmuştum. Ordaki oyunculuğu gerçekten harikaydı. Push'daki Henry Carver gibi rollerin adamı değil. Rol seçiminde dikkatli davranmaz her role atlarsa onun için kötü olabilir.

Yani neticede Push Mcguigan'ın biraz çabasıyla tipik bir Hollywood aksiyon filmi olmaktan çıkmış nispeten özgün bir film olmuştur. Mcguigan'ın elleri değmeseydi ne olurdu bilemiyorum.. Ayrıca bu adamın müzik zevkine de hasta olduğumu söylemeden edemeyeceğim sanırım. Wicker Park'ta mum, snow patrol, death cab for cutie, mogwai, the shins, the postal service ve daha niceleri derken Push'ta da araya the notwist'i sıkıştırıvermiş. Pek mutlu oldum duyunca consequence'i. Esen kalınız.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Ludovico Einaudi - Monday



Dinleyin, dinleyin.....

4 Ağustos 2009 Salı

The Hangover

Ne yani? Belki de sinema endustrisinin en gelişmiş olduğu ülke; koskoca 'Amerika' 6 yılda bir aynı şeyleri pişirip pişirip önümüze mi koyuyor? Ziyan olmasıncılık? Ya da Todd Phillips'i amerika'ya maletmemeli miyim? Aynı Cem Yılmaz gibi bir adamı unutup Levent Kırca'yı Türkiye'ye maletmediğim gibi Jerry Seinfeld gibi bir adamı unutmayıp Todd Phillips'i Amerika'ya maletmiyorum.
The Hangover oldukça eğlenceli bir film. Komik de. Ama izlemeden önce ''ulan bu adamın bir de old school diye bir filmi varmış önce bi onu izliyim de sonra The Hangover'ı izlerim'' dedim. Öyle de yaptım. Ama aynı filmi tekrar izlemiş hissine kapıldım. Sadece biri biraz daha uzun, eğlenceli ve geliştirilmişti. O da The Hangover tabi (6 yılda bırakın da olsun o kadar). Senaryo biraz daha farklı ama karakterler hatta karakterlerin karakterleri bile nerdeyse aynı. Anafikir aynı. Ortada asosyal bir aptal (old school'da frank, the hangover'da alan), 'sakın evlenme, bak ben ettim sen etme'ci yırtık bir adam (old school'da beanie, the hangover'da phil) ve tabi bir de içlerinde en mantıklı eli yüzü düzgün aklı başında olanı (old school'da mitch, the hangover'da doug). Sadece karakterlerin yerleri değiştirilmiş. Old School'da frank evlenendi, the hangover'da ise phil evlenen. Onun dışında phil ise aynı beanie. Hatta çoğu diyaloğu, aforizması bile aynı desem abartmış olmam.. Bunlara ek olarak stu eklenmiş (sağolsunlar), bir de ek olarak emek eklenmiş (daha pahalı, daha fazla kafa patlatılmış, tipik klasik aptal amerikan komedisi olmaktan 'biraz' sıyrılmış vs...)
Hollywood'un bi şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze koymayı bıraktığı, en azından aynı filmin modern versiyonunu çekip dürüstlük yaptığını düşünmeye başlamıştım ki bu film bütün düşüncelerimi başa döndürdü. Şimdi oscar da verirler buna. Oh ne güzel...

Not: Bu yazı ''yaa komedi filmi bu izle, gül, geç'' demeyenler için yazılmıştır. Öptm, tşk, bye.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Patrick Wolf - The Bachelor

Her şey 1-2 hafta önce oldu. O zamana, yani ben damaris'i dinleyene ve akabinde 'heyeöheay' diyerek bir heyecanla Patrick Wolf'un yeni albumu the bachelor'ı edinene kadar kimse bana patrick Wolf'un wind in the wires'tan daha güzel bir şarkı ve album yapabileğine ikna edemezdi. Açıkçası Patrick Wolf'un o kadar üretken olacağını düşünmemiş ve sanırım onu 1-2 albumluk ama güzel adam olarak düşünüyodum. Ama efendim bu album gerçekten çok güzel. 6 yılda yaptığı 4 albumun hepsini dinlemiş biri olarak söylüyorum ki kesinlikle Patrick Wolf'un en bi güzel albumudur. 'Yahu bu adam daha 26 yaşına kadar bu kadar güzel işler yaptıysa sonra neler yapar?' diye aklımdan geçirmiyor ve heyecanlanmıyor değilim doğrusu..

Bir de kendini aşıyor ki sormayın. Diğer albumler The Bachelor'a göre oldukça melankolik kalıyor, hareketli şarkı sayısı çok daha fazla. (Özellikle hard times'ta kalkıp oynamak isterseniz korkmayın, bana da oldu. ellerinizle masaya tutunun ve 3 dakika 33 saniye bekleyin. sonra şarkı bitiyo zaten.) Pek güzel.. Patrick Wolf'un yaptığı yapabileceği en iyi album budur. Bu albumden daha iyisini yapabileceği konusunda kimsenin beni ikna edebileceğini sanmıyorum (deja vu!? öeah.!)

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Danny


''I wasn't trying to wreck Candy's life. I was trying to make mine better.''
Danny 'the Daredevil'.

24 Temmuz 2009 Cuma

Candy


''Once upon a time, there was candy and dan. It was just the two of them. Everything was gold. He was handsome and a very good criminal. We lived on sunlight and chocolate bars. He would climb balconies, climb everywhere, do anything for her, oh danny boy. You came into my life really fast and i liked it. But danny you said, you promised. You pointed at the sky, that one called sirius or dog star, but on here on earth. How much do i love this whiring in my ears. Since there is only one thing to love and it cannot be you. Danny the daredevil. Candy went missing...''

Candy


23 Temmuz 2009 Perşembe

Johnny Depp ve Tim Burton


Hayır.. Bu bir ''ayy bayılıyorum bu ikiliiyeee'' yazısı değildir. Yergi yazısı da değil. Nedir ben de bilmiyorum ama bir seyircinin serzenişi olarak okuyun en iyisi siz. Efendim kim Johnny Depp'in gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan biri olduğunu inkar edebilir ki? Ya da Tim Burton'ın Hollywood hatta dünya sinemasına yepyeni bir tarz kazandıran, avantgarde'ın önde gideni olduğunu kim inkar edebilir? Kimse. Edenle de ilişkimi keserim bi daha da yüzüne bile bakmam. Neyse.. Tamam, bu ikisi böyle güzeller hatta 'bazen' birbirleriyle de güzeller. Ama açıkçası ben bu uzun süreli seviyeli birlikteliklerinden sıkılmaya başladım ve her güzel şeyin kabak tadı vermeden sona ermesi gerektiğini düşünüyorum.
Sanırım Tim Burton işin kolayına kaçıyor ve her filminde yeni bir oyuncuyla çalışmak, yeni bir oyuncu yepyeni bir tarz denemek yerine hep aynıyla yetiniyor. Ya da belki de eli kolu mahkum, yapımcılar zorla johnny depp'le çalıştırtıyolar ama ortada bir bayma durumu sözkonusu sanki. Tim Burton'ın bugüne kadar içinde yer aldığı son 13 projenin 6'sında johnny depp'in ismi var. ''Başka oyuncularla çalışmak yerine kolaya kaçıp devamlı aynı oyuncuyla çalışırım. Oh! millet de seviyo zaten bizi. Birlikte isim de yapmışız. Tutar bu film'' demek değil de nedir bu a dostlar? (yazar burda yandaş toplamaya çalışmış.) Bugün bi Spielberg'ün, Ridley Scott'ın ne günahı var da her filminde farklı oyuncularla çalışıyolar. Her yönetmenin bir tane favori oyuncusu olması normaldir. Ama her filmde de aynı oyuncuyla çalışma (her ne kadar kafadaki role çok uygun olabilse de) bana biraz sıkıcı geliyor.
Johnny Depp'in ise benim gözümde bu denli büyük bir oyuncu olmasının sebebi çok yönlü bir oyuncu olmasıdır. Farklı filmlerde farklı rolleri kotarmasıdır. Yani farklı beyinlerin adamıdır. Son zamanlarda Jonny Depp'ten mahrum kaldığımı hissettim çünkü hep aynı beyinle çalışıyordu derken Michael Mann imdadıma yetişti ve kaptı Johnny Depp'i. Public Enemies'i henüz izleyemedim ama sırf Johnny Depp için izlemek gerek.. Tim Burtonsız bir johnny depp izleyeceğime sevineceğim aklıma gelmezdi ama sevindim işte..
Bağlayamadım yazıyı. Bitsin burda. Öptm tşk bye.

21 Temmuz 2009 Salı

Howling Bells

Kendimden utandım. Tam 5 yıldır var olan bu güzellikten rockncoke'ta haberim oldu. Kendimi kötü hissettim. Her yeni şarkılarında nasıl adını bile duymadım böyle bir güzelliğin dedim. Şaşırdım. Ayakkabılarımı asfalta yapıştıran, damarlarıma kadar hissettiğimo pis sıcağa aldırmadan çekti beni o güzel müzikleri. Bi de kendini beğenmişin teki olduğumu anladım. Kendime o kadar güveniyomuşum ki Şafak Ongan onları takdim ederken indie'nin yıldızı gibi saçma bir tabir kullandığında ben erimek üzere bir halde asfaltta kendime gölge arıyordum ve ''hadi len ordan şafakçım. ne yıldızı allaaşkına. ben hayatım boyunca duymadım bile onları. yıldız olsalar bilirdim ki ben bi kere.'' dedim. Tabi. Ben Hıncal Uluç'um ya. Her şeyi bilirim. Her konu hakkında yorum yapabilirim. Neyse efendim kendime daha fazla kızmayı bırakayım da grup hakkında bi şeyler söyleyeyim. Öğlen sıcağının en yüksek seviyede olduğu saatlerden birinde sahneye çıkmalarından dolayı ne yazık ki çok fazla dinleyiciye ulaşamadılar ama gelin görün ki benim için koca festivalde en en güzel performansa imza attı bu 4 güzel insan. Hele ki grubun vokali juanita hakkında söyleyecek söz bulamıyorum. Aman efendim o ne güzelliktir, o ne hoş duruştur, o ne karizmadır, o ne sestir öyle ki aman tanrım. Eve gelir gelmez albumlerini indiriverdim (iki albumleri var zaten. Biri kendi adını taşıyan ilk album. diğeri de radio wars). Özellikle low happening'le başlamanızı, setting sun'la devam etmeninizi öneririm. Gerisi kendi kendine gelir zaten. Büyük bir zevkle diğer şarkılarını dinlemek için can atacaksınız emin olun. Esen kalınzı.. (juanita'ya bakmaktan gözlerim şaşı oldu o yüzden esen kalınız'ı bile doğrü yazamıyorum. kusura bakmayınız.)

10 Temmuz 2009 Cuma

Zooey Deschanel ve Katy Perry


Ben bir Zooey Deschanelseverim. Evet. Bunu da burda itiraf ediyorum. Bayılıyorum efendim. Hem harika bir oyuncu hem pek güzel, pek şirin. Bir zamanlar pek sevdiğim Death Cab for Cutie'den nefret etmeye başlama sebebimdir (hepinizin bildiği ya da bilmediği belki de sadece bu yazıyla alakalı insanlardan sadece benim bildiğim üzere death cab for cutie'nin vokali benjamin gibbard'la 2008 yılından beri nişanlıdır zooey (kendi içimdeki samimiyetimden dolayı zooey diye bahsediyorum. okan bayulgen'e 'okan' diye seslenmek gibi bi şey bu. siz bilmezsiniz.)). İlk olarak The Hitchhiker's Guide to the Galaxy ile tanımıştım kendisini. Sonra nerdeyse bütün izlenebilir filmlerini izledim. Her filminde daha bi sevdim.
Şimdi efendim eminim diyorsunuz ki ''banane arkadaşım senin zooey deschanel sevginden''. Ama benim amacım size zooey deschanel sevgimden bahsetmek değil tabi ki. Düşünün ki benim gibi zooey deschanel'in bütün filmlerini izlemiş, bilgisayarında bir adet zooey deschanel resimleri klasoru bulunan yani zooey deschanel'in yüzüne oldukça aşina bir birey bile zooey deschanel'i Katy Perry'le karıştırabiliyor. Aman tanrım!
Katy Perry'le çok alakam yok bi I kissed a girl laaaylaylaylaay ve hotncold (hot and cold değil hotncold. bu da gotcha gibi yeni bi şey heralde. üşengeç amerikan milleti.) şarkılarını bilirim o kadar. He bir de hotncold klibini izlemişliğim vardır. Baya alakam varmış aslında benim bu kızla.
Neyse efendim, ilk olarak hotncold klibini izlerken yanımda oturan arkadaşıma işaret parmağımla televizyonu işaret ederek şaşırmış bir zombi ifadesiyle ''bu zooey deschanel'' dedim. Evet bunu yaptım. Fakat sonra katy perry çıktı o. Ben, zooey deschanel'le katy perry'i karıştırdım. Arkadaşıma da rezil oldum. İlk başta kendimi kötü hissettim. Benim gibi bir zooey deschanel hayranı nasıl olur da katy perry'le karıştırır? diye kendi kendime sordum. Sonra ordan burdan katy perry'nin resimlerine baktım ve kendimi haklı buldum. Çok benziyolar. Öyle böyle değil. Resimlerini yanyana koyunca çok zorlanıyorum zooey deschanel'i seçmekte. Pozlarından falan seçiyorum. Zooey Deschanel böyle abuk durmaz/poz vermez ne biçim duruş o falan gibi mantık yürüterek ayırt edebiliyorum anca.. He tabi her halukarda zooey deschanel daha güzel, daha cici, daha şirin o ayrı Buyrun yukarıya resimlerini koydum ikisinin. Lütfen bakın ve bana hak vericeksiniz. Hak vericeksiniz çünkü ben öyle istiyorum.

Not: evet itiraf ediyorum. O resimler google'da rastgele seçilmiş resimler değil. Sırf bana hak vermeniz için en çok benzeyen, en ayırt edilemeyecek resimleri seçtim de koydum oraya. Bu kadar da pislik bi adamım ben işte. Öptm tşk bye.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Watchmen


Şu an çok üzgünüm. O yüzden saçma sapan şeyler yazarsam rica ederim kusuruma bakmayınız. Uzun bir süredir büyük sabırsızlıkla beklediğim, bana ''watchmen ve zack snyder ohş.'' dedirten bu film beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Daha vizyona girdiği gün ehemehe diyerek ağzım kulaklarımda sinemaya gitmiştim fakat küçük bir aksilikten dolayı izleyememiştim (yazar burda gencturkcell şifresini kontoru bittiğinden dolayı kullanamadığını söylemeye utanmış, 'küçük bir aksilik' diyip geçiştirmeye, bastırmaya çalışmış o kara günü.). Neyse efendim neyse ki sonradan çabucak dvdsi çıktı ki izleyebildim içimdeki dizginlenemez watchmen sevdasını bastırabildim. Bastırmaz olaydım. Efendim hepimizin bildiği üzre watchmen en farklı çizgi romanlardan biridir. Tipik bir çizgi romandan uzak hatta küçük yaştaki çocukların okumasının dahi tehlikeli olabileceği çoğu zaman söylenen farklı bir çizgi romandır. Film de öyle başladı zaten. Diğer süper kahraman çizgi roman uyarlamalarından farklı gibiydi. Başları oldukça güzeldi. Karakterlerin tanıtımı, başlarından geçenler, olayların anlatımı seyirciyi sıkmamak için jenerikte anlatılmış pek güzel olmuş. Sonra the comedian'ın ölmesiyle önce bi 'lan?!' oldum ama sonra geçti. Zira film flash backlerle doluydu. Ama olmamış. Fİlmin ilk yarısı izleyicinin beyni çorba gibi karıştırılmış. Zackcim, herkesin beyni senin beynin değil. Tamam akıllı çocuksun, kendine has bi tarzın var ama başkalarını da düşünmelisin lütfen titre ve kendine gel. Fİlmin ikinci yarısı ise keşke karmaşık olsa.. Zaten cast de kötü. Bugüne kadar (her ne kadar little children'da bizlere nispet yaparcasına kate winslet'ı afedersiniz ama çatır çutur götürse de..) sempati beslediğim ve çok daha önemli yapımlarda rol almasını dilediğim Patrick Wilson'ın gördüğüm en kötü performanslardan birini sergilemesi ve bugüne kadar adını sanını duymadığım oyuncu olduğu konusunda büyük şüpheler beslediğim malin akerman kişisiyle filmi daha da aşağılara çekmesi, mr. manhattan'ın iyi kullanılamaması ve özellikle ikinci yarıdaki süper kahraman klişeleri, üstüste gelen saçmalıklar kötü oyunculuk performanslarıyla birleşince ortaya böyle 'kötü' bir film çıkmış. Filmdeki yegane güzel şey şüphesiz ki rorschach'tı. Çok şükür rorschach olması gerektiği gibi olmuş, vecizeleri, acımasızlığı, maskesinin altındaki siyah beyaz dünyası, nefreti sanırım biraz da yeni freddy krueger Jackie Earle Haley sayesinde pek güzel anlatılmış.

Filmin imdb'de 7.9 oy aldığını görünce imdb'ye olan güvenim de iyice sarsıldı. Sanırım watchmen bana, jackie earle haley'nin harika oyunculuğunu tanıma fırsatı ve imdb'deki oyların 'tekrar' hiçbir işe yaramadığını anlamama vesile olmaktan başka hiçbir şey katmadı. Ayıp ayıp.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Kadın oyuncular ve Emma Thompson

İtiraf ediyorum, birçok insana göre dünyanın en iyi kadın oyuncusu olarak kabul edilen bilmemkaç tane oscar alan (oscar... peah!) Meryl Streep'ten pek hazetmiyorum. Evet. Bunu söylemekten çok utanıyorum ama durum bu. Ayrıca biri daha var ki herkes tarafından ilahlaştırılan fakat benim bir türlü sevemediğim, eğer onu da söylersem eminim bağıra bağıra küfür edip bu sayfayı hemen kapatırsınız. O yüzden en iyisi ben o kişinin Robert De Niro olduğunu söylemeyeyim.
Neyse efendim aslında genel olarak bir kadın oyuncu beğeni sorunu yaşıyorum. Galiba kadınlarda yetenekten çok 'güzel olsun yeter'e daha çok önem veriliyor olmasından kaynaklanan bir sorun bu. Amacım kesinlikle cinsiyet ayrımı yapmak değil. Ama o kadar çok sadece 'güzel' kadın oyuncu var ki. Sanırım kurunun yanında yaşlar da yanıyor ve saçma sinema muhabbetleri ortamlarında bana yöneltilen 'ehemehe. en sevdiğin kadın oyuncu kim?' gibi saçma sorular karşısında apışıp kaldığımı hatırlarım. Bi elin parmağını geçmez beğendiğim kadın oyuncuların sayısı. İşte bu bi elin parmaklarından birinin adı Emma Thompson. İlk olarak benim için pek bir önemli olan 'In the Name of the Father' filminde tutkulu avukat tipik tutkulu avukat roluyle izledim kendisini. Ama o klişe rolun hissettirmesi gerekenleri en iyi yansıtan oyuncudur gözümde. Stranger Than Fiction'daki Karen Eiffel, The Winter Guest'teki Francess, hatta Nancy Mcphee ve Love Actually'deki Karen rolleriyle aklımı başımdan etmeyi başarmıştır. Benim Meryl Streep'im olmuştur.
Biri bana bu kadını neden bu kadar çok seviyosun dese muhtemelen bu sahneyi gösterirdim. Elbette sadece bu sahne onun ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu göstermez ama en azından fikir verebilir. Kendi ellerimle upload ettim. İzleyiniz. Ayrıca blogun da iyiden iyiye videolarla dolmaya başladığını ve akıllı tv kıvamına geldiğinin farkındayım. Bu konuyu alter egom Can'la birlikte en kısa zamanda ele alacağız. İzleyiniz, esen kalınız.

Emily Thompson in Love Actually from MrSleepyhead on Vimeo.

Cold War Kids - Hang Me Up To Dry

Kesinlikle dünyanın en seksi şarkısı... Rockncoke'ta sevdiceğinizle birlikte dans ederek dinlemeniz ısrarla tavsiye edilir. İyi dinlemeler.

Hang Me Up To Dry- Cold War Kids from Downtown Records on Vimeo.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Thomas McCarthy


Sıradan hayatların olağan kesişmelerini konu alan kulak memesi kıvamındaki filmlerin yönetmenidir Thomas Mccarthy. En azından şimdilik (umarım şimdiliktir, daha da çoğalır bu sayı) çektiği iki filminden bu kanıya varabiliyoruz. Thomas Mccarthy aslında bir oyuncu. Daha önce iki george clooney filminde (syriana ve good night and good luck) izlemişim kendisini ama hiç dikkatimi çekmemiş. Demek ki dikkat çekici bir oyunculuğu yok ama izlediğim iki filminden yola çıkarak harika bir yönetmen olduğunu söyleyebilirim. İşlediği konular genellikle, özellikle 2000'li yıllardan sonra kendine geniş bir izleyici kitlesi edinen 'feel good' türüne örnek. Çok ağır konular işlenmez, herkesin her yerde başına gelebilecek olağan konular gayet tatlı bir dille anlatılır. Ne çözülmesi gereken bir düğüm, ne bir gizem ne de bir çatışma var... Thomas McCarthy bu tür filmlerin öncüsü olma yolunde ilerliyo sanırım. Çünkü 2003 yılında yaptığı bağımsız filmi The Station Agent'tan sonra bizlere tam da ikinci bir Liev Schreiber - Everything is Illuminated vakası yaşattığını düşünmeye başlamışken, The Visitor gibi harikulade bir film daha çekerek mutlu etti.
Thomas McCarthy, Ridley Scott gibi bir yönetmen değil. Bu konuda anlaşalım, birbirimizi kırmayalım. Ridley Scott gibi değil derken onun gibi pis! kaka! demek istemiyorum öyle diyorsam elimi eşek arısı soksun. Zira Ridley Scott en saygı duyduğum yönetmenlerden biridir. Ancak kendisi sanki Spielberg'le bir (aman efendim çok özür dileyerek söylüyorum ki) sidik yarışı içerisindedir. O yapımcılık yapıyosa ben de yaparım lan, o her türlü filmi çekiyorsa ben de çekerim lan!cılık'tır gidiyor kendisinde. Bugün Ridley Scott'ın çektiği filmlere bakarsak her türlü tarzda herkese hitap edecek filmler çektiğini görebiliriz. Alien ve Blade Runner'dan Thelma & Louise'e, 1492'den Matchstick Men'e kadar envai çeşit filmi vardır kendisinin. Her türlü filmi en iyi şekilde çekebilmek gibi özel bir yeteneği var Ridley Scott'ın. Ama Thomas McCarthy (kendimden de yola çıkarak söylüyorum) filmlerinin içine biraz da yaşanmışlıklar katmış sanki. Zira başka kimse yalnızlığı iki filminde anlattığı gibi 'güzel' anlatamazdı.
Ayrıca kendisi şu an Amerika'da gişeleri altüst eden Cannes film festivali'nin açılış filmi olan (ki eğer yamulmuyorsam cannes film festivali'nde daha önce hiçbir animasyon filmi açılış filmi olmamıştı. bu da cannes'ın bu animasyona ne gözle baktığını gösteriyor) iki yıldır merakla beklediğimiz Up!'ın hikayesinin sahibidir. Burdan da pek iyi bir yazar olduğu anlayabiliriz.
İki filmle, onlarca filmi olan birçok yönetmenden çok şey anlattı. Aynı Tarsem Singh gibi... Umarım bu tarzını devam ettirir ve bizi içten, samimi filmlerinden mahrum bırakmaz. Öptm tşk bye.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Gökhan Kırdar - Fayton


Efendim bu şarkının klibini izlemediyseniz, bundan sonraki hayatınızın herhangi bir gününde izlemek gibi büyük bir hataya düşmeyiniz. Bırakınız, klipsiz dinleyiniz bu şarkıyı. Eskiden klip mi varmış ki sanki? Bu şarkıya bir klip çekilmemiş gibi düşünün. Çünkü eminim sizin de çok sevdiğiniz Gökhan Kırdar ve bi o kadar sevdiğiniz Fayton şarkısı gözünüzden hızla düşebilir.

Bakınız efendim şöyle ki;
bu şarkıyı ilk dinleyen kişi doğal olarak ''kesin gökhan kırdar kişisi seyir halindeki bi faytonda oturmuştur, etrafı süze süze şarkısını söylüyodur bunun klibinde. ehemehe.'' der. e en normali de budur zaten. ama hayır efendim öyle değildir işte. bu, hepimize çocukluğunu hatırlatan, harikulade şarkının klibinin çekimlerinden önce gökhan kırdar yönetmenin yanına gidip abi nası oluyo klip demiş yönetmen ise ona cevab verememiş ve olm çık saçmala işte ben de çekiyim seni demiştir. Gökhan kırdar da kıçına geçirir çizgili bi pijama ,(ki bu pijama önce oburiks tarafından giyilmiştir, daha sonra ise avrupa yakası'nda gaffur tarafından giyilecektir) önce bi odada bi sandalyenin üstünde döner döneer döneer.. sonra kırlarda heidi edasıyla koşaar koşaar koşaaaar arada yorulur ve o kırın ortasında bir anda karşısına çıkan bir sandalyeye oturuverir.
klibin sonunda ise saçmalamaktan canı çıkan zavallı gökhan (o kadar saçmalığını gördükten sonra artık gözümde gökhan oldu. gökhan kırdar falan değil bundan sonra o gökhan benim için. gökhan.) kendini bir deniz kenarında bulur. sonra üzerindeki pijamayla denize girer yürüüür yürüüür yürür ve biz tam heh normal bir sahne var heralde gökhancım denizin ortasından saçlarını savura savura söyleyecek şarkısını diye düşünürken yine bizi yanıltmış ve hiç de estetik olmayan bir atlayışla (varın o atlayışın bünyemde yarattığı psikolojik travmayı siz düşünün) dizi hizasındaki denize dalmıştır. ya da dalmaya çalışmıştır. orda bi şeyler oluyo tam anlayamadım. fakat sonra heralde beyni üşümüş ve kendine gelmiş olacak ki silkelenip hemen denizden kalkar kameraya doğru yürümeye başlar o esnada ''ehemehe naptım lan ben?'' dercesine bir bakış atar. lanet olsun böyle klibe de böyle hayata lan! diyerek denizdeki sulardan alır hıncını ve çok şükür klip oracıkta biter.
ve bize bir tek şu soruyu sormak kalır:
''bu ne lan?'

ben ettim, siz etmeyiniz. bu klibi izlemeyiniz. hayır fayton'u dinleyemiyorum artık, gülesim aynı anda da ağlayasım geliyor. tutamıyorum kendimi..
arz ederim.

not: evet o screenshot'ı da youtube'tan aldım kabul ediyorum.

3 Mayıs 2009 Pazar

Doves - Kingdom of Rust

İzlediğim en sade, en çaktırmadan iç acıtan, boğaz düğümleyen klibe sahip bu şarkı. Olması gerektiği gibi sade ve güzel..
Belki de klibi şarkı olmadan, sessiz izlesem bu kadar etkilenmezdim ama ikisi birleşince bünyede bir bomba etkisi yarattığı kesin. Defalarca izlemek istiyor deli gönül.
Bittiğinde kısa bi süreliğine ekrana bakakalmanız muhtemel. Pek güzel..


Doves - Kingdom Of Rust

21 Nisan 2009 Salı

Mickey Rourke ve The Wrestler


Kabul edelim.. Aronofsky ve Rourke kusura bakmasın ama The Wrestler gayet klişe bir konuyu işliyor. Bitmiş, yalnız bir adamın hikayesinden başka bir şey değil. Daha önce hiç ele alınmadı mı sanki bu konu? Alındı tabi. About Schmidt, Being There, Don't Come Knocking bu konuyu -aynı şekilde olmasa da benzer bir şekilde- işleyenlerden ilk aklıma gelenleri. Daha önce işlenmiş bir konusu olan klişe bir filmi neden bu kadar çok beğendik ki biz?
Daha fazla kendi kendime sorular sormayı bırakıp, lafı da uzatmayıp 'Mickey Rourke' diyim ben en iyisi.. Bu filmde Mickey Rourke kendini oynamıştır aslında.. Ringte tutunmaya çalışan, seyirciye gülmek zorunda olan, şovunu devam ettiren ama iç dünyasında büyük bir çöküntü yaşayan, dışlanan, bir zamanlar Amerika'nın hatta dünyanın en iyi güreşçilerinden biriyken şimdilerde vücudunun hormon parasını zor çıkaran 'The Ram'in Mickey Rourke'tan hiçbir farkı yoktur aslında..

En son elle tutulur rolu 4 sene önceki Sin City'nin Marv karakteri olan ve bugüne kadar Pulp Fiction, The Untouchables, The Silence of the Lambs gibi efsanevi filmlerin efsanevi rollerini sırf para umrunda olmadığı için reddeden bu adam The Ram'de kendini görmüştür. Rolu kabul etmiş, yaşayarak oynamıştır. 4 senedir saçmaladığının (botokslar, ona buna laf atmalar, vs..) farkına varıp küllerinden doğmaya karar vermiştir ve kendisinden önce Nicolas Cage'e önerilen ve kendini anlatan bu rolun sıkı bir dönüş için en iyisi olduğunu anlamıştır..

Yani anlaşılan şu ki; her ne kadar Mickey Rourke, bu rol için kendisini seçen Darren Aronofsky'e borçlu olsa da Aronofsky de Mickey Rourke'a borçludur.. Hatta Mickey Rourke gibi bu rolu böylesine içten, yaşayarak, en güzel şekilde oynayan başka bir oyuncu bulunmasaydı bu filmi beğenir miydim orasını bilmiyorum..

11 Nisan 2009 Cumartesi

Lord of War - Bir kurşunun hikayesi...

Lord of War'ın başlangıcındaki en az lord of war kadar harikulade kısa film. Bütün filmi anlatır aslında. izlenmeli..

30 Mart 2009 Pazartesi

Laura Marling

Night terror şarkısıyla (sourberry sağolsun) tanıdım ben bu hanımkızımızı. Şarkısı kanıma yavaş yavaş girdi ve çıkmak istemez oldu, bağımlılık yarattı. Ben yine bir gün dinlerken bu güzel sesli hanımkızımızı ve onun harika şarkısı 'night terror' u, bir anda kimmiş neymiş araştırasım geldi. 1990 doğumlu olduğunu öğrendim. Evet 1990. Bu kız benden küçük. Ben mi büyüdüm yoksa mükemmelliğin yaşı bu kadar küçüldü mü? O şarkısını öyle güzel söylüyor ki sanki dersiniz bu 6. albumunun 3. şarkısı, 15-20 yıldır da sahnelerin tozunu yutmuş. O nasıl güzel bir yorumdur, nasıl güzel bir sestir, nasıl güzel bir şarkıdır. Bi de güzel keman solosu koymayı ihmal etmemiş 'Night terror'a. Daha da sevdim ben bu kızı. Avril Lavigne bu yaştayken saçma sapan küçük kız şarkıları söyleyip etrafta hop hop zıplıyordu. O ise en olgun yorumuyla ve şarkılarıyla 24 yaşındaki Avril'den bile büyük gibi geliyor insana. Aferin (büyüğün küçüğe söylediği şekilde bi aferin ama. Hep bunu söylemeyi istemiştim). Takipteyim. Siz de olun.

15 Mart 2009 Pazar

Kötü adamlar top 5

İyi adam, kötü adam. Bazen karakteri canlandıran oyunucunun über rol yeteneği, bazen de kim oynarsa oynasın zaten karizmatik bir karakter olmasından dolayı kötü adamın kazanmasını isteriz. Hatta bazen filmde iyi adam bile yoktur, kötü adam olayı hepten ele geçirmiştir. Türlü kötülükler yapar, biz yine de severiz onu. İşte bunu sağlayan sinema tarihinin (bana göre elbette) en bi harikulade 5 kötü karakteri (gıcıklık olsun diye 5'ten değil 1'den başlıyacağım:

1- The Dark Knight - The Joker - Heath Ledger:

Evet efendim hepimizin tahmin edebileceği gibi bu karakteri 1. sıraya koymayanın alnını karışlarım. Hangimiz içten içe çocukluğumuzdan beri en sevdiğimiz kahraman olan batman'in ilk defa yenilmesini istemedik ki? Yazının başında bahsettiğim bazen karakterin zaten karizmatik olması bazen de rolu oynayanın marifetinden dolayı büyüleniriz. Fakat bu öyle farklı öyle zevk veren bir roldur ki filmi izleyen herhangi bir şahıs ikisinin de en güzel şekilde varolduğunu farkeder. Benim gözümde efsanevi bir karakterdir The Joker. He ''Jack Nicholson'ın The Joker'i kötü müydü ki lan dürrük?'' diyenleriniz olabilir. Onları önce bi ayıplarım sonra da ''Jack Nicholson apayrı bir varlık, onun o The Joker' gülüşüne gurban! Ama Heath Ledger'ın The Joker'ı daha bir psikopat, daha bir azılı, daha bir suçluydu.'' şeklinde gayet gudik bir açıklama yaparak ortamdan sıvışırım.

2- Leon - Stansfield - Gary Oldman:

Beethoven manyağı bir psikopat! Oo yeah!! Klişe gibi duruyo sanki.. A Clockwork Orange'ın Alex'i de klasik müzik tutkunudur (hatta Beethoven) bir benzerlik var bu noktada. Bu karakteri zerre hazetmediğim biri olan Jake Gylleenhaal (aklıma o geldi neden bilmiyorum) oynamış olsaydı bu rol beni bu kadar etkiler miydi bilemiyorum. Ama Oldman, bu karaktere öyle bir hayat vermiş ki sanırım bir en iyi 5 performans listesi yapsam onda da bu sıralarda olurdu diye düşünüyorum. Sırf filmdeki o efsanevi ''Everyyyoooone!!!'' diye bağırışı için bile alnından öpülür bu adam ve dolayısıyla bu rol.

3-Gangs Of New York - Bill Cutting 'The Butcher' - Daniel Day-Lewis

Kötü bir filmi güzelleştiren bu şahane karakter, yaşayan en büyük aktörün olağanüstü yeteneğiyle hayat bulmuş ve bizleri kendine hayran bırakmıştır (itiraf ediyorum bu cümleyi nasıl kurduğuma ben de şaşırdım ve yaklaşık 7-8 kez okudum, kendimle gurur duydum). Adeta kötü bir takımın iyi bir futbolcusu, kahve dünyası'nda masaya servis edilen çikolata kaplı kahve ya da lisede matematik dersinde hocanın ders yapmaması gibidir bu karakter. Neyse efendim uzatmıyım bu karakterin benim gözümde en iyi kötü karakterlerden biri olmasının sebebi Daniel Day-Lewis gibi bir deha tarafından canlandırılması ve karakterin olağanüstü karizması diyebiliriz sanırım.

4-A Clockwork Orange - Malcolm McDowell - Alex:

Sadece film değil kitap dünyasının da en efsanevi karakterlerinden biridir kendisi sanırım.. Ağır diliyle ve aklımıza kazınan aforizmalarıyla sonraki yıllarda çekilen filmlere esin kaynağı olmuştur. Fakat o zamanlardan bu zamana dek çok şeyin hatta oyunculuğun bile değiştiğini bilerek söylüyorum ki Malcom McDowell'ın performansından pek hoşnut kaldığım söylenemez. Gayet sıradan bir performansla böyle bir karakteri kullanamamıştır bana göre. Ama karakter öyle ihtişamlı ki bu açığı kapatmış ve bütün filmi tek başına götürmüştür. Bu filmde de karakter oyuncunun önüne geçmiş diyoruz ve Kubrick ve Burgess'a selam yolluyoruz.

5-Terminator 2: Judgment Day - Robert Patrick - T-1000:

Hö? dediğinizi duyar gibiyim. Hep birlikte Hö'leyelim hatta ama durun önce bir anlatayım. Ne Max Cady'ler, Darth Vader'lar varken bu hıyarı mı seçtin dediğinizi de duyuyorum hatta. Ben de diyorum ve size katılıyorum efendim. Terminatorsever bir insan değilim. Hatta terminator'un o daha sonra showtv ana haber bülteni'nde pek çok kez kullanılarak adeta (çok afedersiniz efendim ama) piç edilecek olan daramtamtaram müziği eşliğindeki intihar sahnesiyle dalga geçenler var ya işte onlardan biriyim. Ama T-1000 karakteri ilginç bi karakter. Cidden. Hiç yenilmicek sanıyodum. Güçlü bir karakterdi ve beni etkileyip filme çekmeye, filme ilgili kalmama yetti. Aynı zamanda karakteri canlandıran Robert Patrick sanırım tanrı tarafından bu rol için yaratılmış. Bir insan bir role bu kadar mı uyar? Kendisini daha sonra The X-Files'ta izledim fakat rolune bir türlü konsantre olamadım, kendimi ''T-1000 lan bu!'' demekten alıkoyamadım. Yani efendim oyuncu seçiminin isabeti ve karakterin gücü dolayısıyla girmiştir bu karakter bu listeye..

2 Mart 2009 Pazartesi

Ben Yasemin Mori'yi öperim.


Kendisi kadar güzel bi album (düşünün ne kadar güzel) yapan bu harika hatun kişiyi öpmek istiyorum. Hayır. Sapık değilim. Yasemin güzel, hayat güzel..
(Blog iyiden iyiye ego tatmin aracım oluyor aman tanrım!)

24 Şubat 2009 Salı

Amy Adams


Ben de onu Doubt sayesinde tanıyanlardanım.. Catch me if you can'in de kadrosunda gözüküyo ama hatırlayamadım ben kendisini. Doubt'taki oyunculuğuna diyecek söz yok zaten ama illa bir şey dememi isterseniz Penelope Cruz'dan çok daha iyi.. Hem daha da güzel ehemehe şeklindeki, gayet zorlamayla çıkmış gudik bir yorumla yetinirim.

81. Oscar Ödül Töreni'nin en alımlı, en güzel, en sempatik bireyiydi kendisi. Hele Whoopi Goldberg'i dinlerkenki bir ifadesi vardır ki aman tanrım ben öyle güzellik görmedim (aslında gördüm ama ne kadar güzel olduğunu anlatabilmek için böyle dedim. anlayın siz de).. Yere göğe sığdıramıyorum kendisini. O kadar doğal, o kadar şirin bir kızımız ki umarım hakettiği yere gelir, benim gibi kadın oyuncu sevemeyen bireylere ağzının payını verir, apıştırıp bırakır (apıştırmak.. saçmalıyorum).

12 Şubat 2009 Perşembe

81. Oscar Ödülleri


Herkes oscar tahmini yapar da ben geri kalır mıyım hiç? Kalmam..

Her ne kadar Oscar ödülleri beni pek çok kez hayal kırıklığına uğratmış, defalarca ''artık Oscar benim için bitmiştir, daha da güvenmem Oscar'a'' dedirtmiş olsa da tahmin yapmadan Oscar kazanan filmleri izlemeden duramıyorum efendim. Evet işte 81. oscar ödülleri hakkında naçizane fikirlerim:



-En iyi film: Bizleri ters köşeye yatırmayı artık bir alışkanlık haline getirmiş olan sevgili Oscar'ın artık bu alışkanlığından vazgeçeceğini ve The Curious Case Of Benjamin Button gibi bir şahesere en iyi film ödülünü vereceğini düşünüyorum. He bi artislik yapıp, bakın biz pahalı yapıma değil 'film'e önem veriyoruz diyerek Slumdog Millionaire'i seçerse hiç şaşırmam. Olması gerekenin ne olduğuna karar veremiyorum zira Slumdog Millionaire'i henüz izleyemedim. İf'te göreceğiz inşallah. Güçsüz bir senaryoya sahip olan Frost/Nixon'ın, zaman zaman insanı sıkan Milk'in, dönem filmlerinden pek hoşlanılmamasından dolayı (Oscar beyden bahsediyorum) Kate Winslet'ın olağanüstü oyunculuğunun bile kurtaramadığı The Reader'ın ise hiç şansı olmadığını düşünüyorum. Kanımca Frost/Nixon yerine The Wrestler aday olmalıydı En iyi film dalı'nda.

-En iyi erkek oyuncu: Dünyada benim için 'tek' olan Brad Pitt'i belki de ilk defa yerden yere vurmaya hazırım, evet. Açıkçası Brad Pitt'in oyunculuğunu çok beğenmedim.. Ya da yakıştıramadım heralde, bilmiyorum. Çok olağanüstü bir performans değildi Benjamin Button performansı. Olması gerektiği gibiydi. Tamam, rol çok zordu, ondan başka bu rolu kaldırabilecek oyuncu sayısı 3-5'tir. ama o rolu kaldırmakla kalmamalı yükseltmeliydi. Eğer Brad Pitt'e giderse ödül, hem ilk oscarını kazandığı, hakettiğini aldığı için çok sevinirim hem de oscarı bu filmdeki performansıyla kazandığı için üzülürüm açıkçası.. Eskiden olsa The Wrester'daki harika performansıyla Mickey Rourke'un kazanmasını isterdim ama o botokslu garip suratına baktıkça oynadığı role konsantre olamıyorum. He bence hayatının oyunculuğunu oynamış o ayrı.. Belki de geri döndüm ulen! demek istedi. Tahminin Sean Penn yönünde. Eşcinsel rolu kolay bir roldur ve Sean Penn de bu fırsatı iyi kullanmış ve I am Sam'deki bir zeka geriliği olan bir baba rolunden çok daha iyisini oynamış. Oscar'ın da ona The mystic River'dan sonra ikinci ödülünü vereceğini düşünüyorum.

-En iyi Kadın oyuncu: Kate Winslet!!! Meryl Streep'i bile alteder..

-En iyi Yardımcı Kadın oyuncu: Aslında hiçbirisi.. Marissa Tomei'nın bile aday olduğu bir kategoriden ne beklenir ki.. İspanyol ve Latin kültürü hayranı amerikanların gözbebeği Penelope Cruz alır ödülü götürür Madrid'e.

-En iyi Yardımcı Erkek oyuncu: Yanarım, 'öldü ya ayıp olmasın diye verdiler' denilecek, o harika performansı görmezden gelinecek ona yanarım.. Evet Heath Ledger.

-En iyi yönetmen: David Fincher gibi bir yönetmen ilk defa aday oluyo Oscar'a. Bak yine sinirlendim. Tabi ki de gönlümden geçen David Fincher. Karşısında kim olsa tanımam ama Oscar'ın yine oscarlığnı yapacağını ve ödülü trainspotting'ten sonra yerinde sayan ve yıllardır aradığı çıkışı çok şükür yakalayabilen Danny Boyle'a vereceğini düşünüyorum. Ödül canavarı Ron Howard ise avucunu yalar bu sene.

-En iyi uyarlama senaryo: Gönlümden geçen yine The Curious Case Of Benjamin Button tabi ki ve Oscar'ın da benimle hemfikir olacağını düşünüyorum. Yani... Umarım.. Di mi Oscar? ... Oscar?

-En iyi Orijinal Senaryo: Aday filmler içindeki Happy Go Lucky ve Frozen River'î izlemedim. Ama İn Bruges'den iyi olacaklarını sanmıyorum. İn Bruges alsın, almalı, alacak.

-Yabancı Dilde En iyi film: Son yıllarda büyük bir çıkış yakalayan İsrail sineması aradığını bulur ve A Scanner Darkly tadındaki Waltz With Bashir'le oscar'ı alır gider Tel-Aviv'e.

-En iyi Animasyon: Wall-E'ye verilmezse isyan çıkar.

-En iyi sanat yönetmeni: The Curious Case of Benjamin Button der deli gönül.. ama orda bi Oscar'ın umursamayıp en iyi film kategorisine dahil etmediği The Dark Knight var. Belki 'ulan adamlara çok yüklendik ayıp olmasın verin sanatı gitsin' denilip bu ödül The dark Knight'a gidebilir.

-En iyi sinematografi: The dark Knight. Eminim Oscar da benimle aynı fikirde. Christopher Nolan'ın favori görüntü yönetmeni Wally Pfister 3. sıçrayışında kapacak ödülü. Kapmalı.

-En iyi Ses Miksajı: Ben bunu da The Dark Knight'ın alacağını düşünüyorum. Yani kısacası The Dark Knight aday olduğu her kategoride çok güçlü. Sol kulvardan gelen Wanted'ın da bir süpriz yapabileceğini düşünüyorum ama sadece düşünüyorum...

-En iyi ses kurgusu: The Dark knight.

-En iyi Orijinal Müzik: Adaylar pek güzel yahu. Hepimizin Mumbai Theme'den tanıdığımız a.r rahman Slumdog Millionaire soundtrackiyle karşımıza çıktı ki hollywood'un hindistan açılımı kapsamında ödülün kendisine gideceğini düşünüyorum. Eeöö.. ben sanırım yine the curious case of benjamin button diyeceğim.. Ayrıca Wall-E'nin sırf thomas newman hatrına aday olduğunu düşünüyorum. Zira Thomas Newman beye ayıp etmek istemem ama müzikleri üye olacak kadar güzel değildi açıkçası.

-En iyi orijinal şarkı: A.r Rahman'inkilerden biri işte..

-En iyi kostum: The curious case of Benj... tamam tamam sustum. Ama Avustralya'yı da es geçmemek lazım.

-En iyi makyaj: Eh bu da wall-e'nin en iyi animasyon kategorisindeki galibiyeti kadar kesin sanırım..


Yani kısacası, The Curious Case Of Benjamin Button (gönüllerin en birincisi) ve Slumdog Millionaire çekişmesine sahne olacak ve umarız ki Benjamin Button galip çıkacaktır.




Ayrıca şunu söylemeden de rahat edemiycem: Oscar! Oscar gel oğlum!
oh!..
esen kalınız..

6 Şubat 2009 Cuma

Midlake - Head Home


Sözlerine bakılarak çok basit bir şarkı olduğu düşünebilir. Hatta küfür de edilebilir bana 'Ulen sözleri böyle olan bi şarkı sevilir mi?' diye.. Fakat inanın sözleri kadar basit bir şarkı değil head home.
Aslında şarkılara nitelik yüklemeyi pek sevmem. İntihar ederken dinlenecek şarkıdır, telefon melodisi yapılmalıdır sevgili ararken çalmalıdır, sevişirken çalmalıdır, tuvaletinizi yaparken çalmalıdır ya da ölümüme sebep olacak bu şarkı, içimi ısıtan beni bir hoş eden şarkı, bunu söyleyene kız olsam verirdim gibi tanımlamalar yapmam yapanı da sevmem zaten.

Ama bu şarkıdan sonra yaptım galiba. En azından kenarından geçtim. Yahu bir şarkı her dinleyişte mi mutlu eder bi insanı, yüzüne gereksiz ve aptal bir gülümseme koyar, bulutların üstüne götürür, apayrı duygular yaşatır. Nasıl anlatsam bilemedim.. Yıl oldu ilk dinleyeli. Sıkılmadım. Moralim bozuk olduğunda açar dinlerim, bir oh çekerim.. Bünyeye yüksek dozda verildiğinde bile yan etkisi yok. Tavsiye edilir.

Ayrıca bu şarkıyı dinledikten sonra Paul Auster'ın Leviathan'ını okumak isteyebilirsiniz. Demedi demeyin..

1 Şubat 2009 Pazar

Elling


Modern İskandinav sinemasının çok da parlak bir geçmişi yoktur (ingmar bergman reformunu bir kenara bırakırsak tabi..). Filmlerinin karakteristik özellikleri genellikle depresif olmasıdır. Sonbaharın, devamlı soğuğun hüznünü taşır üstünde..

Ama Elling farklı.. Oldukça doğal, yüzde tebessum bırakan, kulak memesi kıvamında bir film Elling. İskandinav sinemasına meydan okuyan, oyunculuğuyla ve filmin yönetmeni Peter Næss harika yönetmenliğiyle aklımıza kazınmıştır. Hollywood'un eline düşse saatlerce anlatılabilicek, uzatıldıkça uzatılıcak bir senaryoya sahipken 80 dakikada anlatılmış az ama öz bir film yapmıştır Peter Næss.

Akıl dağıtmak, dünyadan uzaklaşıp saf bir hayata dalmak isteniyorsa eğer Elling'in izlenmesi gerekir..

Not: Evet itiraf ediyorum filmin yönetmeninin isminde N'den sonra gelen o harfi imdb'den çaldım.