25 Ekim 2009 Pazar

46. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve biraz da Türk sineması

Altın portakal film festivali Türkiye'nin en önemli film festivalidir. Afedersiniz ama bok öyledir. Hiç de öyle değildir. Gittim, gördüm ve hemen İstanbul'a dönmek için can attım. İstanbul film festivali'ni özledim de özledim. Noldu? Neden bu kadar sinirlendin? Anlat bize, dök içini dediğini duyar gibiyim benim pek sevgili ve anlayışlı okurum. Anlatayım. Efendim öncelikle festivalde beni en çok sinirlendiren juriden dem vurmak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi bu yıl Erden Kıral'ın başkan olduğu juride Ömür Gedik, Mustafa Altıoklar, Mustafa Ziya Ülkenciler, İzzet Günay, Nurgül Yeşilçay, Sırrı Süreyya Önder, Yavuz Bingöl ve Zeynep Oral vardı. Sanırım juri hakkında pek bir şey söylememe gerek yok her şey ortada ama ben Ömür Gedik'e yüklenmek, yüklendikçe yüklenmek sonra bir daha yüklenmek istiyorum. Jurinin gudikliğine, altın portakal organizatorlerine olan hıncımı Ömür Gedik'ten çıkarmak istiyorum. 'Aman Can'cım ne yaptı kızcağız sana? Ne bu sinirin?' demeyin. Hakediyor. Bu bayanın yazılarını okuyanlar pek iyi bilirler ki bu kadın ortalamanın da altında bir sinema eleştirmeni bırakın sinema eleştirmenini ortalamanın da altında bir sinema izleyicisidir. Yazılarında ''ay ben bu filmi çok beğendim, ay ben şu filmi hiç beğenmedim, şöyle yaptım böyle oldu, hababam sınıfı da çok güzeldi, geçen gün de kendime louis vitton'dan çok güzel bi çanta aldım''dan öteye gidemeyen oldukça yetersiz bir yazardır kendisi. Okuyanı, seveni, sinemadan anladığını düşünen vardır, ses etmem. Ama bu kadını alıp ''Türkiye'nin (güya) en önemli film festivali''nde ulusal uzun metrajda jüri üyesi yapmak ne büyük terbiyesizliktir. Hadi tamam anladık gökten zembille iner gibi, torpille okuduğumuz gazetelere, televizyon kanallarına girebilmiş bu kadın. Ama festivale de girmesin, giremesin. E girdi malesef.. 3-4 tane filmde hep aynı adamı oynayan oyunculuk hakkında zerre bilgisi olmayan Yavuz Bingöl'ün, hala İstanbul Kanatlarımın Altında ve Ağır Roman'ın ekmeğini yiyen 2000'li yıllarla Emret Komutanım'a kadar düşen ve ondan başka bi şey yapamayan Mustafa Altıoklar'ın, sinemayla ne gibi bir alakası olduğunu anlayamadığım yazar Zeynep Oral'ın olduğu bir jüride yer aldı kendisi. Ve bu jüri belki de festivalin en kötü filmine (kime göre? bana göre.) en iyi film ödülünü vermekle kalmadı 3 ödül daha verdi.

Bornova Bornova kötü bir filmdi çünkü kötü çekilmişti. Her ne kadar belki de bugüne kadar hiç eğilinmemiş bir konuya eğilse de senaryo kötü işlenmiş, arabeske kaçmış, üstüne bir de kötü bir kurgu ve sinematografi eklenince ortaya kötü bir film çıkmış. Ama gelin görün ki saygıdeğer jürimiz, bunların hepsini görmezden gelip ve muhtemelen kendi aralarında ''aa bornova bornova çok güzeldi valla. en iyi filmi ona verelim. kurgu mu? kurgu ne lan? ver onu da bornova bornova'ya diyerek onu da bornova bornova'ya verdi gitti.'' Damla Sönmez başka doğru düzgün yardımcı kadın oyuncu olmadığı, tek olduğu için ödülü aldı. Öner Erkan ise her ne kadar oldukça beğendiğim bir oyuncu olmasına rağmen ödülü haketmedi. Sermet Yeşil'in Kosmos'taki oyunculuğunun adı bile geçmedi.

Öte yandan mutluyum. Hatta oldukça mutluyum. Türk sinemasından hep uzak durdum, kendini soyutladım resmen. Fakat ulusal uzun metrajda yarışan 16 film bana gösterdi ki Türk sinemasında inanılmaz bir sıçrama ve gelişme var. Her şeyden önce Türk sinemasının bana göre geçmiş yıllardaki en büyük eksiği olan, hep geride kalmasının en önemli nedeni olan yönetmenlerin yönetmen olduklarını anlamamaları ve farklıyı aramamaları gibi sorunlar ortadan kalkmış. Farklı yönetmenler, farklı zekalarını filmlerinde apaçık bir şekilde ortaya koyar olmuş. Bir şeyler düşünülüyor. Son söz yönetmende bitiyor. Bu iyi bir şey. Ben de eğer böyle devam ederse Türk sinemasının bir 10 yıl içerisinde çok güzel yerlerde olacağını düşünenlerdenim sanırım.

Her filminde yepyeni şeyler deneyen apayrı bir adam Reha Erdem bu 'yeni'cilerin belki de en önemlisi. Zeki Demirkubuz tekdüzeliğini Kıskanmak gibi nefis bir filmle bozmuş. Onur Ünlü şu anda gözümde 'en fantastik' Türk yönetmendir. Seyirciyi hiç umursamamasına, kurgu hilelerine, filmlerindeki şairane ama arabeske kaçmayan havaya ve en önemlisi deliliğine hayranım. Yine güzel ve farklı bir şeyler yapmaya çalışan, Ümit ünal ve onların arkasından gelen diğer genç yönetmenler... Belki de onlar beni en çok mutlu edenlerdi. Özellikle 40'la büyük beğenimi toplayan ilk filminden tarzını ortaya koyan pek büyük gelecek vaat eden Emre Şahin, Kara Köpekler Havlarken'le Mehmet Bahadır Er, her gün İstiklal Caddesi'nde yürürken afişinin önünden onlarca kez geçtiğim bir kere bile girip izlemeyi aklıma getirmediğim için beni utandıran yerin dibine sokan, izlediğim en samimi en güzel Türk filmlerinden biri olan Usta'yla Bahadır Karataş çok güzel işler yapacak gibi gözüküyor. Umarım yapımcılar yönetmenleri daha da özgür bırakır biz de hoplaya zıplaya çıkarız izlediğimiz Türk filmlerinden.

8 Ekim 2009 Perşembe

Star tv Pazar Gecesi Sİneması ya da yeni adıyla Star Sinema Kulübü)


Geçen gün televizyonda bir anda all my life'ı duyunca televizyona yöneldim. Star tv açıktı ve 'yeni' parliamentsiz star sinema gecesi reklamı vardı. Star tv o sinema gecesinin insanların anılarında ne denli büyük bir etki bıraktığını anlamış olacak ki tamamen mekanikleşen yeni nesil için de aynı şeyleri düşünüyo sanırım. 'Artık büyüdük bizden geçti bizim zamanımızda öyle miydi pehheey' demem, diyeni de sevmem. Bunu da oraya getirmek için yazmıyorum. Sadece anılarımda büyük yer eden 30 saniyelik bir şeyden bahsediyorum. O yaklaşık 30 saniyelik şey benim için o kadar önemliymiş ki farketmemişim. Tüylerimi bi anda diken diken etti ve küçüklüğümün pazar akşamlarına götürdü. Bi yanımda hadi yatağa diye baskı yapan annem ve babam bi yanda da benden 7 yaş büyük olan ve bana kıyasla daha özgür olan ve bu sebepten dolayı ölümüne kıskandığım ablam bi yanda da belki bana sinemayı sevdiren (yasağın cazip olmasından dolayıdır belki de) parliament cinema club. Bütün filmleri her an içeriye gidicekmiş gibi heyecanla izlerdim çünkü ailemin bana sunduğu iki seçenek vardı ya doğru banyoya sonra yatağa gidecektim banyo yaptıysam da doğru yatağa gidecektim. Ben de cinema club'a kadar oyalanır, banyo yapmaz, cinema club başladığında ise yatmamı söyleyen annemlere 'yaa daha banyo yapmadım banyo yapıcam diyip' oyalanırdım. Çoğu filmin sonunu getiremedim. Yatağa girmek zorunda olduğumdan bütün filmlerin sonlarını yattıktan sonra düşünürdüm ve 'bence şöyle olucak' derdim. Sonunu ablama sormak için ertesi günün akşamını iple çekerdim. Filmlerin sonları hiçbi zaman düşündüğüm gibi bitmedi belki de ama ben bundan dayanılmaz bir haz alırdım. Belki de ablam olmasa ve o kanalı açıp o filmleri izlemese ben banyomu yatıp yatağa girecektim. Annem babam olmasa o filmlerin sonlarını izleyecektim belki bugün sinema hakkında bir kaç bi şey karalayamayacaktım.

Çoğu yerde, sözlükte, blogta buna benzer yazılar görebilirsiniz. Hepimizin çocukluğunda televizyonun büyük etkisi var ve ben bu durumdan zerre şikayetçi değilim. Zira televizyonun bir çocuğun hayal gücüne yapabileceği katkının bilgisayarın yanına yaklaşamayacağı kadar yüksek olduğunu düşünüyorum. En azından 90'lı yıllardaki televizyon öyleydi...

Not: Bu yazıyı yazarken annem ve babam benden yaklaşık 800 kilometre uzakta. Ablam ise kendi evinde eşiyle birlikte, uzakta ve hayır ben bu yazıyı keşke şimdi burda olsalar da annem babam bana hadi banyo yapıp yatağa dese, ablam da doyasıya geç saatlere kadar oturabilse şeklinde bitirip duygu sömürüsü yapmayacağım. Ya da yapsam mı ki?

Fotoğrafta da görüldüğü üzre ablam televizyona daha yakın. Ben ise sanırım yeni bir plan yapmışım ve ailemi atlatabileceğimi sanıyorum ve seviniyorum. Ablamın ise tuzu kuru zaten.. Gerçi olaylar bu evde vuku bulmuyodu burası ananemin eviydi ama olsun. Temsili oldu.