7 Ağustos 2010 Cumartesi

Inception ve Christopher Nolan


Öncelikle, korkmayın. Bu filmde en ufak bir spoiler yoktur. Öyle eşşek bir adam değilim ben, yapmam öyle şey.
Christopher Nolan ne içiyo, ne kullanıyo bilmiyorum ama 7. filmi Inception'ı izledikten sonra psikolojiye özellikle psikanalize derin bir ilgi duyduğuna emin oldum. Öyle ki; Batman'e bile evirip çevirip psikolojik derinlik katmayı başardı. Batman Begins'te bugüne kadar hiçbir yönetmenin yapmadığını yapıp bizlere Bruce Wayne'in çocukluğuna indi, bilinçaltını gösterdi, The Dark Knight'a psikolojik bir derinlik katıp Bruce Wayne'in kimlik bunalımını gösterdi. Nolan elbette boş bir adam değil. Deli gibi Zizek, Lacan, Freud okuduğuna bir şeyler hakkında kafa yorup akıl yürüttüğüne eminim. Bunları yapmayan bir adam böyle şeyler yazamaz.

Chirstopher Nolan'ın en büyük numarası psikolojik derinliği ve bunalımı çok iyi kullanması ve psikolojik gerilimi oldukça iyi vermesi. Film bitene kadar ne olup bittiğini, biteceğini siz de karakter ya da karakterlerle birlikte bilemiyorsunuz. Bu ilk filmi Following'ten beri böyle. Memento ve The Prestige'in sonuna kadar ne olacak? diye bekleyişimiz ve bizi ters köşeye yatıran tokat gibi çarpan sonlar.. Inception'da da aynı durumdan söz edebiliriz. Film bitene kadar gözlerinizi ve aklını, fikrinizi filmden alamıyorsunuz ve nasıl geçtiğini, bittiğini anlamıyorsunuz.

Inception, Nolan'ın auteur sinemasının bir devamı devamı gibi. Filmin uslubu Memento ve The Prestige'deki uslupla aynı. Nolan Batman'lerde biraz yapımcıların isteği biraz da Batman'in bir 'comic' olması sebebiyle uslubundan 'biraz' çıkmak zorunda kalmıştı ama yine de bizlere Nolan Batman filmi çekerse böyle çeker dedirtmişti (psikolojik derinlik ve gerilim, olay örgüsü, sinematografik ögeler vs..) Inception'ın The Prestige ve Memento'dan en büyük farkı çok daha büyük bir bütçeye sahip olması. Sanırım Batman serisi Nolan'ın işine yaradı ve yapımcılardan sınırsız kredi almayı başardı. Artık Nolan'ın o harika beyni olduğu gibi sinemaya aktarılabilecek. Inception gibi bir filmi yazabilmek için dahi olmak lazım. Memento ve The Prestige'den sonra Nolan'ın bir sinema dahisi olduğundan şüpheleniyodum Inception'ı izledikten sonra şüphem yerini kesinliğe bıraktı.

Filmde oyuncu ve mekan seçimi oldukça yerindeydi. Leonardo Di Caprio gözümde her geçen gün daha çok büyüyor ve günümüzün en iyi aktörü olduğu konusunda artık hiç şüphem yok. Bunu elbette yaptığı tercihlere borçlu. Di Caprio'nun son 10 yıldaki seçimlerine baktığım zaman bir tane bile burun kıvırdığım film göremiyorum. Özellikle önce Shutter Island'da sonra Inception'da karşıma çıktıktan sonra gözümde daha da büyüdü. Di Caprio'nun Inception'daki rolu Shutter Island'daki rolune bir açıdan oldukça benziyor. Di caprio'nun iki filmdeki ailevi sorunları, çocukları ve eşiyle arasındaki ilişki oldukça benzer. Di Caprio şu an en verimli zamanını yaşıyor. Aynı 10 yıl önceki Brad Pitt gibi...

Filmdeki diğer oyuncular için aynı memnuniyetten bahsedemiycem sanırım. Joseph Gordon Levitt'in oyunculuğu yeterliydi ama iyi değildi, çok daha iyi bir seçim yapılabilirdi (Sam Rockwell mesela)(Sam Rockwell fetişim burda da karşımıza çıktı. evet.) Ellen Page'in oyunculuğu için de aynı şeyi söyleyebilirim. Tom Hardy benim için yeni bir keşif ve oldukça yerinde bir tercih. Ken Watanabe için zaten söyleyecek söz yok, tecrübesini konuşturmuş ve oyunculuğu buram buram uzak doğu kokuyor, olması gerektiği gibi...

Uzun sözün kısası, Nolan günümüzün en önemli yönetmeni. Bu su götürmez bir gerçek artık.. Hadi senaryonun, sinematografinin, görsel efektin, kurgunun mükemmelliğini bi kenara bırakın sırf son zamanların en iyi oyuncusu olan Leonardo Di Caprio'yu izlemek için bile bu sıcakta hiç üşenmeyip sinemaya gitmek gerekir. Felsefi ve psikolojik derinliği aksiyonla bu kadar güzel birleştiren bir film daha varsa o da Matrix'tir sanırım. Inception defalarca izlenmesi gereken, çözülmesi ve keşfedilmesi gereken bir sürü düğümü olan akılla oynayan,erin bir film. Siz de bir Matrixseverseniz üstüne bir de Nolan ve Di Caprio'dan hazediyorsanız aman sabahlar olmasın. Hemen gidin, klimalı bir salonda püfür püfür izleyin, kendinize de iyi bakın.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Top 5 - En İyi Türk Klipleri

Oldukça kısır olan ve her biri neredeyse birbirinin kopyası olan türk klipleri arasında sıyrılmayı başarmış, başarmakla da kalmamış üstüne bir de benim beğenimi kazanmış 5 klibi sıralayasım geldi. ben de aklıma ilk gelenleri sıraladım.

1- Orhan Atasoy - Gemiler
Orhan Atasoy'un Gemiler klibi mfö'yle başlayan türk video klip tarihinin kanımca en ayrı klibidir. Klibin Godard'ın Weekend'indeki meşhur trafik sahnesini andıran tek çekim (elbette gizli kesmeler olabilir ama gizli kesmeli klip bile bana o zamanların türk klipleri için oldukça fantastik geliyo) planları, mizansen ve elbette şarkının güzelliği ve uyumuyla kesinlikle bugüne kadar türkçe bi şarkıya yapılmış en önemli kliptir gözümde.




2- Athena - Kayıp
Gökçe Pehlivanoğlu'na saygı sebebi... Athena'nın olgunluk dönemine denk gelen bu harika şarkı ancak bu kadar güzel bi kliple süslenebilirdi. Kliplerde animasyona her zaman ilgi duyan bünyede çeşitli olumlu tepkimelere yol açabilecek bu harika klip artık türk şarkılarına çekilen kliplerde de yeni bi şeylerin olması gerektiğini göstermiştir bizlere.



3- Sertab Erener - İncelikler Yüzünden
Türkiye'de (hatta belki de dünyada) bugüne kadar yapılmış en güzel, en özgün kliplerden biridir heralde bu. İzledikten sonra ister istemez tüyleri diken diken ediyor. O kadar samimi ki, hem kendi çocukluğunu hem de hiç tanımadığın iki çocuğun (sertab ve serdar erener) çocukluklarını özletiyor, o kadar doğal ki bambaşka bir hayata özendiriyor, o kadar gerçek ki insanın inanası gelmiyor, kurgusu o kadar güzel ki hem eskiyi hem de yeniyi aynı anda tattırabiliyor, görüntüler o kadar amatör ve özgün ki ister istemez "eskiden güzeldi" dedirtiyor..
daha fazla 'anlatamam gördüklerimi', siz en iyisi klibi izleyin ve hep incelikli davranın...




4- Sibel alaş - Adam
Eminim yaşıtım olan bi çok kişi "eskiden bi klip vardı çok güzeldi lan" diyerek hatırlıyodur bu klibi. Küçükken izlerken çok farklı, şimdi izlerken de çok mistik ve güzel geliyo gözüme. Bu da zamanının ötesinde kliplerden biri elbette.. Herkes devamlı zoom-in, zoom-out yapan bi kameranın önünde kollarını sallayarak şarkı söyleyerek klip çekerken farklıyı arayanlar her zaman güzel işler yaptı. 'Adam' da bunlardan biri sanırım.



5-Kurban - Sorma
Tamam, mesaj kaygılı bi klip olabilir. Ki Kurban'ın son albumu de derin mesaj kaygıları taşıyan, dinlerken ''öeah yeter vaaz mı dinliyoruz, şarkı mı dinliyoruz'' dedirten bi album olmuş. Kurban'ın özellikle Deniz Yılmaz'ın bi 'mesaj kaygısı' olduğu ortada. Ama bu, ortaya çıkanların hep en güzellerden olduğu gerçeğini değiştirmez. Deniz Yılmaz ne çalsa,izlettirse izler,dinlerim. Klibi izlerken 1996 yılında çekildiğini bilerek izleyin. Dediğimi anlayacaksınız.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Clementine Kruczynski


“Sometimes I don’t think people realize how lonely it is to be a kid”

19 Nisan 2010 Pazartesi

French Teen Idol - (Un)Told Prejudices

25th hour çok beğendiğim bir film değil. Bi kere dağınık gelmiştir hep bana. Her ne kadar ufak güzellikler bulundursa da genel olarak işlemeye çalıştığı konu ya da konular da pek ilgimi çekmemişti. Ama sanırım Edward Norton'ın ayna karşısındaki harika monologu değil koskoca kötü bir filmin, dünya sinema tarihinin en önemli monologlarından biridir gözümde.. Üstelik Amerika'daki outsiderları (elbette 'sadece' outsiderları değil, en çok onları) yerden yere vuran, dibine kadar ırkçı olan bu molonogun, vakt-i zamanında Amerika'da yıllarca outsider muamelesi görüp itilip kakılan zenci ırkına mensup bir yönetmenin filminde yer alıyor olması da ayrı bir ilginç tabi.

Velhasıl kelam, French Teen Idol almış bu monologu, altına da harika bir müzik döşeyerek belki de filme yapılabilecek en güzel soundtracki yapmış.. Hatta şurdan hem izleyebilir hem de dinleyip keyfine varabilirsiniz:

(Un)Told Prejudices - French Teen Idol

6 Mart 2010 Cumartesi

Precious

"I'm tired Ms.Rain..."

Precious'ın yorgun olmak için oldukça haklı sebepleri var.. Henüz 16 yaşındaki bir kızın kaldırabileceği acılardan çok daha fazlasını yaşamış. Onu ayakta tutan tek şey hayalleri. Filmin konusu bize her ne kadar çok uç noktalarda gözükse de aslında oldukça yakın. Çocuk istismarı oldukça vurucu ve gerçekçi bir dille anlatılmaya çalışılmış ve ortaya böyle bir film çıkmış.

Film teknik açıdan "oldukça" yetersiz. Gereksiz zoom-in zoom-outlar, gereksiz jump-cutlar ve yetersiz steady cam kullanımı beni oldukça rahatsız etti. Teknik yetersizliklerin yanı sıra filmi bazen sağırlar için hazırlanan sesli kitapmış gibi düşündüğümü de belirtmek isterim. Zira yönetmen alta döşenen (çoğu) gereksiz görüntüler eşliğinde dinlediğimiz kitaptan alınmış pasajları görselleştirme gereği duymamış ve filmin bir uyarlama mı yoksa kitabın ta kendisi mi olduğu sorularını aklıma getirmiştir. Bence bir uyarlamanın en önemli güzelliği ve zorluğu o kitabı görselleştirebilmektir. Her satırı görselleştirilen uyarlamalar en başarılı uyarlamalardır. Fakat yönetmen o satırları görselleştirmek yerine direk Precious'ın ağzından seyirciye vermeyi yeğlemiş.

Filmde Gabourey Sidibe'nin performansı oldukça etkileyici ve vermesi gereken bütün duyguları vermiş. Mo'nique'in performansı ise gerçekten inanılmaz. Oscarı alacağını ve adaylar arasında kesinlikle en çok onun hakettiğini düşünüyorum.

Dibine kadar dramdan hoşlananlar ya da hep mi güleceğiz canım? diyenler mutlaka izlesin. Aslında demeyenler de izlesin. Herkes izlesin.

26 Şubat 2010 Cuma

Keep Talking

Uzun zamandır bi şarkı hakkında yazmıyodum. Ama bu şarkı gerçekten etkiledi beni. Division Bell'de o kadar birbirinden güzel şarkı varken bu şarkı öyle bir dikkatimi çekmişti ki daha ilk dinleyişimde. Pink Floyd'un comfortably numb'tan sonra sözlerini en beğendiğim şarkısı bu sanırım. Hatta biraz daha zorlarsam en tepeye çıkarabilirim belki.

Söylemediklerinizi ya da söyleyemediklerinizi, başkasının size söylemediklerini ya da söyleyemediklerini o kadar güzel anlatıyo ki bu şarkı. Zayıflığımızı anlatmaktan kaçınıcak ya da karşı tarafın zayıf olduğumuzu düşüneceğini düşünücek kadar zayıf mıyız? Kafamızdan geçenleri anlatmakta neden bu kadar zorlanıyoruz? Neden köşede öylece yalnız oturmayı tercih ediyoruz ki? Nereye gidiyoruz? Napıyoruz?

Sanırım konuşmalıyız.

So..
It doesn' t have to be like this. All we need to do is make sure we keep talking..

24 Şubat 2010 Çarşamba

Heligoland


Gereksiz bi takıntım var sanırım. Müzisyenlerin gün geçtikçe üretkenliklerini kaybedeceklerini hiçbir zaman eskisi kadar güzel müzik yapamayacaklarını, en sonunda da "yapamıyoruz artık abi, herkes kendi yoluna artık.." diyerek müziği bırakacaklarını düşünürüm. Manyak mısın nesin arkadaşım? diye soracak olursanız cevap veremem zira ben de bilmiyorum, olabilirim. Üstelik bu saçma düşüncemi çürütecek birçok örnek varken (blur'un 6 yıllık uzun bir ara vermeden önceki, bir nevi veda niteliğindeki son şarkıları 2003 yılında yaptıkları out of time, Pink Floyd The Division Bell gibi bi güzellikle veda etti, depeche mode hala harikalar yaratıyor, vs.) ben hala ısrarla beğendiğim müzisyenler güzel şeyler yaptıkça gereksiz bir şekilde şaşırıyorum.

Heligoland de bu güzel şeylerden biri. Albumleri arasındaki süreleri gittikçe açıyolar (ilkle ikinci arasında 3, 2 ile 3 arasında 4, 3 ile 4 arasında 5, 4. albumle 5. album arasında ise 7 yıl var) fakat her albumde "beklediğimize değdi" dedirtiyolar.. Heligoland elbette Massive Attack'ın en iyi albumu değil ama en iyi albumlerinden biri. Hatta Mezzanine'dan sonra en iyi albumleri dersem gözüm şöyle bi 100th window'a takılır, önce bi yutkunurum sonra da kararımın arkasında cesurca dururum.

Heligoland'i bu kadar güzel kılan dinler dinlemez alıştığımız Massive Attack tadını vermesinin yanı sıra birbirinden harika vokallerin albume büyük katkı sağlamış olmaları. Kendimi bildim bileli derinden aşık olduğum, ismini, sesini, kendisini her gördüğümde, duyduğumda derin bir nefes aldığım güzellik Hope Sandoval, Tricky'den dolayı zaten Massive Attack'a ve bu tarza yakın olan Martina Topley-Bird, Angel'daki vokaline hayran olduğumuz, 12 yıl sonra tekrar Massive Attack'a çok şey katan Horace Andy, hakkında konuşmaya başlasam hiç susmayacağıma emin olduğum Damon Albarn, pray for rain'deki harika vokali sayesinde tanıdığım Tunde Adebimpe ve son olarak Robert Del Naja albumde 1 ya da 1'den çok şarkı seslendirdiler ve albumun bu denli güzel olmasına katkı sağladılar.

Albumun klibi Hope Sandoval'in vokal olduğu Paradise Circus şarkısında çekildi (bir de splitting the atom'a çekildi ama o single'a çekildi sanırım). Klibi hemen şuracığa embed etmek isterdim fakat öyle her yere embed edilecek bir klip değil bu klip. Klipte eski, çok eski bir porno yıldızının, porno görüntüleri eşliğinde porno film çektiği yıllarda neler yaşadığı kendi ağzından anlatılıyor. Ayrıca bi tek ben mi farkettim bilmiyorum ama Massive attack'ın görkemli şarkı finali gibi bi imza takıntısı var sanırım. ("görkemli şarkı finali". bu da iyiymiş. evet.). Daha önce Butterfly Caught'un son 1 dakikasında, live with me'nin son 40 saniyesinde rastlamıştım "görkemli finaller"e. Klipte ise bu saniyelere porno filmin erkek aktörünün boşalma sahneleri konulmuş (şaşırmayın. dedik ya porno filmden görüntüler var diye?). Bu şarkının güzelliği daha güzel anlatılamazd sanırımı.. Bu şarkı 5 dakikalık bir orgazmdır ve finali de orgazmın doruk noktasıdır, boşalma gibidir. Fakat klip hiçbir şekilde (sansurlenemez, sansurlenirse ortada klip diye bi şey kalmaz) hiçbir müzik kanalında, bırakın müzik kanalını Youtube'ta bile gösterilemeyecek sanırım. Ama zaten grubun reklama dahi ihtiyacı olmadığını düşünüyorum, onlar da hemfikir olmalılar ki böyle bir klip yapmışlar.
(http://special.the-raft.com/massiveattackdvd/paradisecircus_full.swf)

Müzisyenler yaşları ilerledikçe üretkenliklerini yitirirler bir yanılgı, saçma bir düşüncedir. Massive Attack'a bana bunu bir kez daha kanıtladığı için teşekkür ediyorum, bir sonraki albumleri için bir daha 7 yıl beklememelerini diliyor, gözlerinden ve dumanlı kafalarından öpüyor esenlikler diliyorum..
Ama heralde bu kadar güzel bi album bi daha yapamazlar yea? Yaparlar mı lan acaba?

27 Ocak 2010 Çarşamba

Micmacs à tire-larigot

Micmacs en sevdiğim 'masal anlatıcısı' Jean-Pierre Jeunet'nin yıllardır beklediğimiz yeni filmi. Harika fragmanından anladığımız kadarıyla film buram buram Jean-Pierre Jeunet kokuyor. Bu filmin Jeunet'nin 5 yıl aradan sonra çektiği ilk film olmasının dışında bir başka büyük önemi daha var. Önce Walt Disney'in bağımsız film şirketi olan Miramax'la, sonra Warner Bros'un bağımsız film şirketi olan Warner Independent Pictures'la çalışan ve son olarak bu filminde bağımsızlıktan çıkıp Warner Bros'la çalışan Jeunet tarz olarak bağımsız gibi gözükse de artık bağımsız değil ve bir şirkete bağlı. Umarım bu durum Jeunet'yi kısıtlamamıştır ki ben Jamel Debbouze'la yaşanan anlaşmazlığı bu duruma bağlıyorum. Dogma95 akımını başlatıp, sonra dayanamayıp sonuna kadar ihlal ederek kendi lafını, kendi akımını yiyen Lars von Trier gibi (her ne kadar iyi ki ihlal etmiş, böylesine güzel filmler yapmış desek de) Jean-Pierre Jeunet de amerikan yapım şirketlerinin maddi cazibelerine dayanamayıp çarka dahil olmaya başladı sanırım..

Filmin fragmanından anladığımız kadarıyla, özellikle Amelie'nin renklerine ve anlatım tarzına çok yakın. Jeunet'nin favori oyuncusu Dominique Pinon yönetmenin diğer 4 filminin 3'ünde (delicatessen, la cite des enfants perdus ve amelie) olduğu gibi bu filmde de var. Filmin senaryosu yine her zamanki gibi Jean-Pierre Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından yazılmış. Daha önce amelie ve un long dimanche de fiançailles'de birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel'in yerine ise bu filmde japon görüntü yönetmeni Tetsuo Nagata var. Daha önce birlikte çalıştığı, alışık olduğu isimlerle çalışmayı seven Jeunet bu filminde başrol olan Bazil rolu için daha önce Amelie'de birlikte çalıştığı Jamel Debbouze'yi düşünmüş fakat daha sonra anlaşamamışlar ve rol Fransa'nın bir başka ünlü komedyeni Dany Boon'a gitmiş. Filmin galası geçtiğimiz eylül ayında Toronto International Film Festival'da yapıldı ve kasım, aralık aylarnda Fransa ve Amerika'da vizyon girdi. Ülkemizde ise ne zaman vizyona gireceği hatta girip girmeyeceği bile henüz belli değil.. Şimdilik fragmanıyla yetiniyoruz. Siz de izleyiniz, siz de yetininiz, esen kalınız.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Lhasa de Sela

Pa'Llegar a tu Lado'da "önce kaybolmam, çok yol katetmem, yanmam lazımdı, yanına gelebilmek için" dedi.. Ve gitti... Çok yol katetti, yandı, kayboldu..

Sadece dinlediğim şarkılardan ve Youtube'taki canlı performanslarından tanıyorum onu. Başka bi şekilde de tanıyamazdım zaten. Yani hep bir aygıt aracı olmuş. Bi video kamera ya da ses kayıt cihazı.. İstediğim zaman videolarını izleyebilirim ya da şarkılarını dinleyebilirim.. Bunları yapmam için onun yaşaması gerekmez, biliyorum ama neden bilmiyorum sanki o bana çok yakınmış da artık uzaktaymış, yokmuş gibi geliyor. Halbuki hiç tanımadım ki onu, uzaktan bile görmedim hiç. Sesini de canlı canlı dinlemedim. Onu hep kolonlardan duydum. O beni hiç tanımadı ama ben onu 'kaybetmiş' gibi üzülüyorum. Onun gittiğine, bi daha hiç gelmeyecek olmasına çok üzülüyorum..

Hala onu dinliyorum. Biliyorum, dinlemem için yaşaması gerekmiyor. Bilmiyorum, ama garip bi şekilde ben onu özlüyorum... O güzel yüzünü, o güzel sesini, o güzel konuşmasını özlüyorum sanırım.. Hiç tanımadığım birini özlüyorum, gidişine üzülüyorum.

Umarım rahat uyursun, hakettiğin yere gidersin gibi saçmalıklara girmeyeceğim çünkü o yok oldu. O güzel ruhu da onunla birlikte yok oldu ama umarım kaybolunca gitmek istediği yerdedir şimdi..

21 Ocak 2010 Perşembe

The Hurt Locker ve Kathryn Bigelow


Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, kısırlığından dem vurduğum, eski ihtişamını, bereketini yavaş yavaş kaybettiğini düşündüğüm Amerikan sinemasının bu yıl izlediğim açık ara en iyi filmi The Hurt Locker. Açık ara olması da az önce bahsettiğim kısırlığın bir sonucu. Eskiden Forrest Gump'ın The Shawshank Redemption ve Pulp Fiction'dan oscarı kaptığına üzülürken, şimdi anca bir filmi açık ara favori gösterebiliyoruz. O da tabi ki The Hurt Locker.

The Hurt Locker sadece bu yıl değil genel olarak da izlediğim en iyi savaş filmlerinden biri diyebilirim. Ne duygu sömürüsü var, ne sıradan olmayan abartılı bir durum, ne 'heroic' bir kahraman (bi türlü ölemeyen bir karakterimiz mevcut tabi ama o da bilmiyor neden bi türlü ölmediğini) ne de taraflı bakış açısı var filmde. Çekim teknikleri, oyunculuğu, anlatımı, hızlı geçişleri ve konusu bir belgesel izliyormuş hissi veriyor. Ayrıca yardımcı olmak amacıyla filmde yer alan Guy Pearce, David Morse ve Ralph Fiennes gibi isimleri de ufak rollerde görüyoruz.

Açıkçası filmi izlemeden önce Bigelow'un övüldüğü kadar güzel bir film yapmış olabilmesine bir ihtimal vermemekle beraber (kadın olmasından dolayı değil, james cameron'ın eski eşi olduğundna dolayı. e körle yatan şaşı kalkar) en iyi yönetmen adaylıklarını da sırf ''kadın savaş filmi çekmiş bak görüyo musun'' denilerek verildiğini düşünüyordum. Kadınlar salak değil elbette. Savaş filmi de çekebilirler, romantik komedi de, bilim kurgu da, porno da... Ama izledikten sonra anladım ki gerçekten alakası yokmuş. Bu filmi bir erkek çekseydi de eminim aynı derecede beğenirdim.

Tüm eleştirmenler ve daha önce katıldığı festivallerde aldığı ödüller de benimle hemfikir olacak ki Bigelow'un önce golden globe'u sonra da oscar'ı alacağını söylüyordu ama golden globe'tan eli boş döndü ve en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerini eski kocası James Cameron'a kaptırdı, o da Cameron'ın ödülü aldıktan sonra onun hakkında söylediği övgü dolu sözleriyle yetinmek zorunda kaldı. Ben bu yıl Oscar'ın yine Oscar'lık yapıp, sırf beni yanıltmak, benim ödül almasını istediklerimi istememek gibi bir takıntısı olduğu için ödülü James Cameron'a vereceğini düşünüyorum. En iyi filmden umudum yok. Ödül Avatar'a gitmezse Inglorious Basterds'a gider. Inglorious Basterds alırsa üzülmem ama Avatar alırsa sanırım üzülürüm. The Hurt Locker ve Inglorious Basterds varken en iyi film ödülünü haketmiyor Avatar.

Umarım bu eski karı-koca mücadelesinden Bigelow galip çıkar, Oscar tarihinin ilk en iyi yönetmen ödülü alan kadın yönetmeni olur. Hayat da bayram olur.